11
YÜZDE YÜZ HAKLI
OLUNUR MU?
Hiç
Yüzde Yüz Haklı Oldunuz mu?
Şu
an geçmişte yaşadığınız ve kendinizi yüzde yüz haklı
gördüğünüz
birkaç çatışmayı hatırlamanızı rica ediyorum.
Evde,
trafikte veya işyerinizde, haklılık konusunda,
kendinize
yüz, çatıştığınız kişiye sıfır puan verdiğiniz en
az
bir çatışma düşününüz.
Bu
çatışma konusunda yüzde yüz haklı olduğunuza emin
misiniz?
Bence
emin olmayın. Bugüne kadar yaşayarak öğrendiğim
şeylerden
birisi şu: Taraflardan birinin yüz, diğerinin sıfır
olduğu
hiçbir çatışma yoktur. Bakınız niçin? Öncelikle
şunu
düşünmek gerekir: Sizin "Yüzde yüz haklıyım"
iddianızın
matematiksel olarak doğru olabilmesi için
çatıştığınız
kişinin de kendisini yüzde yüz haksız görmesi
gerekir.
Eğer o kişi kendini yüzde on bile haklı görüyor
ise
ortaya bir işlem hatası çıkar. Bir seçime katılan
adayların
aldıkları oy oranları toplandığı zaman sonuç yüz
olmalıdır.
Yüzden büyük çıkarsa bir işlem hatası var
demektir.
Haklı olma konusunda da öyle. (Kavga eden
pek
çok kişi kendini yüzde yüz haklı gördüğü için, ortada
yüzde
iki yüzlük bir hakkaniyet durumu var gözüküyor.
Bu,
sanal bir durum olmalı. Yüzde iki yüz kağıt üzerinde
olur
da pratikte imkânsızdır.)
Taraflardan birinin yüz, diğerinin sıfır olduğu
hiçbir
çatışma yoktur.
Annem
mi Haklıydı Babam mı?
Ben
küçükken annemle babam birbirlerine güzel sıfatlarla
seslenirlerdi;
"Hayatım, canım!" gibi. Ancak tartıştıkları,
kavga
ettikleri de olurdu. Tartıştıkları zaman üzülürdüm.
O
yıllarda, tartıştıklarında hangisi haklı diye
düşündüğümde,
bana hep annem haklı geliyordu. O günkü
değerlendirmeme
göre, bütün tartışmalarda annem yüzde
yüz
haklıydı, babam ise yüzde yüz haksız.
Büyüdüm,
evlendim. İlk aylarda eşimle kavgamız yoktu;
tartışmadık
bile. Bebeğimiz doğduktan sonra bu durum
değişti.
İkimiz de doktora yapıyorduk, bebeğin bakımı,
doktoru,
aşısı, evin sorumlulukları ağır geldi. Tartışmaya,
kavga
etmeye başladık*.
O
günlerde "Kim haklı?" diye baktığımda, yüzde elli ben,
yüzde
elli eşim haklı gibi geldi. Olabilir. Sonra bir gün,
birden
bire bir şeyi fark ettim: Annemle babamın
tartışmalarında
meğer yüzde elli annem haklıymış, yüzde
elli
babam. O yıllarda babam hayattaydı. Bunu ona
söyledim;
"Baba ben küçükken seni hep haksız, annemi
haklı
görürdüm, şimdi anladım ki meğer yüzde elli sen
haklıymışsın,
yüzde elli de annem. " Bunu duyan babam,
"Tabii
oğlum" dedi, "Ben sana hep söylerdim, büyüyünce,
baba
olunca anlarsın diye, bak anladın". Evet, anladım.
Yüzde
yüz haklı, galiba yoktu.
"Kabul
Et Haksızsın!"
Şu
ifade kulağınıza tanıdık gelecek mi? Bazen karı koca
tartışırlar
ve kadın öfkeli, incinmiş bir halde parmağını
eşine
uzatarak, "Kabul et haksızsın; kabul et, bişicikler
demeyeceğim!"
der. Burada evin hanımı, "Ben tamamen
haklıyım,
sen sıfırsın" demek istiyor olmalı. İyi de, evin
beyi
de kendini tamamen -yüzde yüz- haklı görüyor.
Erkek
kendini biraz olsun haklı görmese çatışmaya
girmez.
* O
günlerde tartışmalar yüzünden evliliğimizin rengi kaçmaya başladı.
Eşimle
birlikte bir hocamıza, psikolog Prof. Dr. Işık Savaşır'a gitmeye karar
verdik.
Gittik. Çok yararlı oldu. İhtiyacı olan bütün çiftlerin böyle bir destek
alabilmelerini
diliyorum Işık Hoca'mızı da sevgi ve rahmetle anıyorum.
Evde
veya işyerinde yüzde yüz haklı olduğunuza
inansanız
bile, bunu ille de karşınızdakine söyletmeyin,
haklı
olduğunuzu tescil ettirmeyin, bir anlamda
haksızlığını
karşınızdakinin gözüne sokmayın, onun
burnunu
sürtmeyin. Eğer böyle yaparsanız, yani yüzde
yüz
haksız olduğunu karşınızdakine itiraf ettirirseniz, bu
durumun
kokusu ilerde kötü çıkar genellikle. Yüzde
büyük
ölçüde, sözgelişi yüzde doksan beş haklı
olabilirsiniz
ama karşınızdakine de bir yüzde beş pay
bırakın;
onun da kendince bir nedeni vardır, onu böyle
davranmaya
iten kendi dışında nedenler bulunabilir.
Evde veya işyerinde yüzde yüz
haklı olduğunuza inansanız bile,
bunu ille de karşınızdakine söyletmeyin.
Kissinger
Siyaseti, Hitler'in
Vagonu,
Kissinger
Siyaseti denilen bir şey var. Özetle şu:
Uluslararası
barış görüşmelerinde yüzde yüz haklılar ve
yüzde
yüz haksızlar üretmemek, 1-0 diye ayrılmış
galipler,
mağluplar yaratmamak gerekli. Eğer bunu
yaparsanız,
yani kayıtsız şartsız teslim anlaşmaları
imzalarsanız,
bu durumun kokusu ilerde kötü çıkar.
Müzakereden
sıfırla çıkan taraf, bunun rövanşını bir gün
mutlaka
almak ister.
Kissinger
Siyaseti'nin Türkçe'si belki de şu: 'Yenilen
pehlivan
doymazmış. " Bu sözde, yenilen pehlivanın,
kazanana
veya berabere kalana oranla bir maç daha yapıp
kazanmaya
daha çok güdülendiği ifade ediliyor.
Gerçekten
de tam yenilgi, kısmi yenilgiye oranla kazanma
konusunda
daha güdüleyici olabilir. Sevr bir kayıtsız
şartsız
teslim antlaşmasıydı. İmzalandığı gün kazanan için
kârlıydı;
ama az sonra kaybedeni kazanma konusunda
daha
güçlü bir şekilde güdüledi. (Belki de "Bir musibet
bin
nasihattan evlâdır", yani bir bela binlerce öğütten daha
güdüleyici
olabilir.)
Rivayete
göre Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya'nın
kayıtsız
şartsız teslim antlaşması bir vagonda imzalandı.
(Versailles'da
imzalandığı da söyleniyor; ancak sanırım
görüşmeler
Versailles'da yapılmış, antlaşma vagonda
imzalanmış.)
Almanlar, kayıtsız şartsız teslim olayına çok
üzülmüşler.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya
Fransa'yı
işgal edince bu sefer Fransa'nın kayıtsız şartsız
teslim
antlaşması imzalanacak. Almanlar bir önceki
antlaşmanın
imzalandığı vagonu arayıp bulmuşlar,
Fransızlara
antlaşmayı orada imzalatmışlar. Fransızlar da
bu
işe çok üzülmüş. İkinci Dünya Savaşı bitince
Almanya'nın
tekrar kayıtsız şartsız teslim antlaşması
imzalanacak.
Fransızlar ne yapmışlar, tahmin edin!
Şüphesiz
onlar da aynı vagonu aramışlar. (O vagon
olmadan
olmuyor.) Ancak aksiliğe bakın ki vagon yok.
Çünkü
Hitler, "tarih boyunca Almanya dünyanın hakimi
olacak,
artık vagona ihtiyaç yok" diyerek vagonu
söktürmüş.
İleri sürüldüğüne göre vagonu bulamayan
Fransız
lar çok üzülmüşler, ancak sonunda sorunu
halletmişler.
Ne yapmışlar? Bir önceki antlaşmanın
imzalanmasında
kullanılan kalemi müzeden bulup
getirmişler;
Almanları onunla imzalatmışlar.
Bütün
bunlar ne anlama geliyor? Şüphesiz savaşların,
askeri,
ekonomik, politik, sosyolojik, antropolojik...
sebepleri
var; ancak bir de psikolojik sebepleri var. Ve
galiba,
sıfır--yüz şeklindeki kayıtsız şartsız teslim
antlaşmaları,
savaşların psikolojik nedenlerini körüklüyor,
toplumların
içinde bitmemiş--işler (ukdeler) oluşmasına
yol
açıyor. Kissinger Siyaseti diye adlandırılan görüş,
benzeri
tecrübelerden sonra ortaya atılmıştır.
Çocuğunuz
Yalan Söylerse
Bazen
çocuklar, gençler yalan söylerler. Ana babalar da
bu
yalanı yakalar. İşte bu an kimi ana baba, adeta lüfer
yakalamış
gibi sevinir. Ana babanın gözünde çocuk/genç
yüzde
yüz haksızdır, sığınacak hiçbir limanı, mazereti
yoktur,
bir anlamda batmıştır, bitmiştir. Ana baba, bu
kesin
galibiyetin tadını çıkararak parmağını çocuğa uzatır
ve
mağrur bir eda ile "Sus, ayıbınla otur, bana yalan
söyledin!"
der. Ana baba burada muhtemelen, "Ben yüzde
yüz
haklıyım, sen sıfırsın" demektedir.
Olabilir;
çocuğun/gencin yalan söylemesinde kendi payı
yüksektir.
Fakat bu yalanda ana babanın hiç mi payı
yoktur?
Bence, çocuklarımızın söyledikleri her yalanda,
biraz
olsun bizim de tuzumuz vardır? Bakınız niçin:
1.
Çocuğumuz yalan söylemiş ise, yalan söylemeyecek
yapıda
güçlü bir çocuk yetiştirememişiz demektir. Yalana
başvurmayacak
kadar güçlü bir yapısı yoksa, bu durum,
biraz
onun sorumluluğudur, biraz da bizim.
2.
Çocuklarımız, bazı hatalarını yalana başvurmadan
açıkça
ifade ettiklerinde, bu durumu her zaman olgunlukla
karşılar
mıyız? Galiba hayır. En azından bazılarımız,
samimi
itiraflar karşısında bazen bağırır, bazen de
bayılırız.
Bu tavrımızla da çocuklarımızı istemeden yalana
iteriz.
3.
Biz büyükler -kendimizce haklı nedenlerle- bazen
çocukların
yanında başkalarına yalan söyleriz. Bazen de
"onlara
küçük beyaz yalanlar söylenir" diye çocuklara
yalan
söyleriz. Gün gelir bizim, belli durumlarda yalan
söylediğimizi
anlarlar. Onlar da belli durumlarda
-kendilerince
haklı gerekçelerle- yalan söylerler.
(Çocuklara
küçük beyaz yalanlar söylenebilir düşüncesi
tamamen
yanlıştır.)
Sonuç:
Yukarıda ifade edilenler, yalan söyleyen çocuklara
aldırmayalım,
hoş görelim anlamına gelmiyor. Yalan
söylediklerini
fark ettiğimiz zaman, üzüldüğümüzü,
rahatsız
olduğumuzu belirtelim. Ancak, kendimizi yüzde
yüz
haklı görüp önlenemez bir öfke içine girmeyelim.
Çocuğumuzun
yalanını yakaladığımızda kendimizi yüzde
yüz
haklı görürsek, öfkemiz de yüzde yüz olur. Eğer
çocuğunuz
size yalan söylem işse bu yalanda sizin de
payınız
vardır. Bu gerçekten yola çıkarak olaya
baktığımızda,
daha ılımlı olabiliriz. Ilımlı olduğumuz
zaman
ise çocuğumuzu arzu ettiğimiz yönde değiştirme,
geliştirme
şansımız artar. Onların bir yalanlarına bugün
aşırı
öfkelenirsek, yarın daha dürüst olmalarına değil, daha
iyi
kamufle edilmiş, daha organize yalanlar söylemelerine
yol
açarız.
Eğer çocuğunuz size yalan söylemişse bu yalanda
sizin
de payınız vardır.
"Yalan
Yakalamak" İyi Bir İfade mi?
"Yalan
yakalama" ifadesi bence peşinen gerginlik yaratan bir
ifade.
Bu ifade galiba içimizdeki avcılık isteğinden
kaynaklanıyor.
Kaçıp kurtulmaya çalışanlara sessizce yaklaşıp
bir
avcı atikliği ile onları yakalamak istiyoruz. Evlerde ve
işyerlerinde,
yaş tahtalara basmamak için, bir kedi, bir panter
gibi
adımlarını yavaş ve yumuşak atan avcılara benziyoruz.
(Eğer
avcılık yaparsanız, avları yok ettiğinizi düşünebilirsiniz;
ama
bir yandan da avları kaçmaya, korunmaya teşvik
edersiniz.)
Olaylara bakış tarzlarımız ile onları adlandırma
şeklimiz
arasında karşılıklı ilişki vardır; birisi değişince diğeri
de
değişebilir. Bu durumda, "yalan yakaladım" yerine "yalanı
fark
ettim" veya "gerçeği sakladığını fark ettim" diye düşünsek
nasıl
olur?
Not:
Konuyla ilgisi yok ama istemediğim bir çağrışıma yol
açmasın
diye şunu belirtmek isterim: Ben, genelde avlanmaya,
bu
arada özellikle ülkemiz gibi doğal yaşamı büyük ölçüde
tahrip
olmuş topraklarda avlanmaya karşıyım.
Futbolda
Bir Acı Anı
Beni
üzmüş bir olayı paylaşmak istiyorum: Çocuktum, iki
ünlü
takımımız futbol ligindeki son maçlarını
yapacaklardı.
A ve B takımları diyelim. Puanları eşit,
averajla
A takımı önde. Yani maç berabere biterse A
şampiyon
olacak, sonuç 1-0 B'nin lehine olursa da
şampiyon
o olacak. A takımından, yanlış hatırlamıyorsan
Güven
isimli bir oyuncu, heyecanlanıp gereksiz yere ceza
sahasında
topa elini sürdü. Penaltı verildi. B takımı
penaltıyı
gole çevirdi. B 1-0 galip gelerek şampiyon oldu.
A
takımı ve taraftarları bu sonuç karşısında kahroldular.
Eğer
Güven topa gereksiz yere elini sürmeseydi biz
şampiyon
olacaktık diye hayıflandılar. A takımının
antrenörü
Güven'e çok kızdı ve hiç affetmedi. Yıllarca
Güven'i
sahaya çıkarmadı, yedekte tuttu. Güven'in A
takımından
başka bir takıma satılmasını istedi. Satmadılar,
oynatmadılar.
Böylece bir gencin hayatı mahvoldu.
A
takımının antrenörü ve yöneticileri, pek çoğumuzun
yaptığı
bir hatayı yaptılar, yüz--sıfır diye düşündüler;
bütün
suçun Güven'de olduğuna inandılar. Penaltının
ortaya
çıkışında Güven'in payı/hatası vardı. Ancak
antrenörün
ve takımdan sorumlu olan herkesin de bu
penaltıda
payı vardı. Örneğin, futbolcuları maç öncesinde
rahatlatmayı
beceremediler, belki de bir ölüm--kalım
mücadelesine
çıktıkları mesajını vererek onları daha da
gerdiler.
(Üniversite sınavı öncesindeki bazı ana babalar
gibi.)
Ayrıca olayın doğasında gerginlik olduğunu,
Güven'in
bu gerginliğe kurban gittiğini düşünmediler.
(Denk
takımlar şampiyonluk maçına çıktıklarında,
avantajlı
başlayanlar çoğunlukla avantajsız konuma
geçerler.
Son maçlarda ilk golü atan taraf genelde maçı
kaybedermiş.)
Eğer bunları düşünselerdi, çok daha iyi
olurdu.
Trafik
Canavarı Tamamen Canavar
mı?
Size
bir sorum var: Tek arabalık dar bir yolda
gidiyorsunuz.
(İki yana park etmiş araçlar yolu daraltmış.)
Yolun
sonunda kırmızı ışık yanıyor, ışıkta bir araba
durmuş.
Mecburen siz de durdunuz, çünkü hem kırmızı
yanıyor
hem de önünüzdeki araç durmuş. Bu sırada
üçüncü
bir araç gelip arkadan size çarpıyor. Acaba
"Efendim
bu durumda bendeniz yüzde yüz haklıyım!" der
misiniz?
Bence
siz, yukarıda belirtilen durumda hukuksal açıdan
yüzde
yüz haklısınız; ancak ahlaki açıdan yüzde yüz haklı
değilsiniz.
Size arkadan çarpan adamın davranışında bir
miktar
sizin de tuzunuz vardır. Hatta bu olaydan
kilometrelerce
uzakta bulunan bendenizin de çarpma
olayında
tuzu/katkısı var. Bakınız niçin:
Yirmi
yaşıma geldiğimde ehliyet için başvurdum. O
yıllarda
ehliyet çok zor alınıyordu. Sınavlar çok zordu;
arabayla
geri giderek 8 çizmenizi isterlerdi. Hemen herkes
pek
çok defa girdikten, araba kullanmayı iyice
öğrendikten
sonra ehliyet alırdı. Sonra, seksenli yıllarda
bir
mucize oldu, özel kurslar açıldı ve ehliyet almak
birden
kolaylaştı. Adeta kontağı çevirebilenlere ehliyet
verilmeye
başladı. Kimse bu duruma itiraz etmedi.
Örneğin
o yıllarda ben öğretim üyesiydim; hiçbir yere,
"Bu
ülkede trafik kazaları zaten çok olur, ehliyet bu kadar
kolay
alınırsa kazalar artar" diye iki satır yazı yazmadım.
Çevremdeki
herkes, bu arada ben de ehliyet almak
kolaylaştı
diye sevindik. Şehirlerimizde metro yoktur,
apartmanlara
park yeri yapılmaz... Bütün bunlara
toplumca
itiraz etmedik. Bu durumda, size arkadan
çarpılmasında,
siz dahil herkesin biraz sorumluluğu vardır.
En
azından ahlaken sorumluyuz.
Mafyaya
Destek Olmuşluğunuz Var
mıdır?
Başlıktaki
soruya herhalde pek çoğunuz "Hayır" dediniz.
Emin
misiniz? Eğer sokaktaki dilenci çocuklara, en az bir
defa
para verdiyseniz -pek çoğumuz hatalı olduğunu
bildiğimiz
halde dayanamayıp bu işi yapıyoruz- siz dilenci
mafyasına
destek oldunuz demektir. O çocukların
sokaklarda
açıkça ihmale ve istismara uğramalarının
nedeni
aileleri, dilenci mafyası, bu durumu önleyemeyen
ilgili
kuruluşlar olabilir. Ama onlara bilinçsiz şekilde para
veren
bireyler de bu işin sürmesine destek oluyorlar
diyebiliriz.
Bir şehirde iki yıl kimse dilenci çocuklara para
vermese,
bu trajedi biterdi. (Dilenci çocukların
kazandıkları
para, ne okumalarına ne de kaliteli
yaşamalarına
katkıda bulunuyor. Yalnızca dilenci
mafyasına
katkıda bulunuyor.)
Pek
çok konuda olduğu gibi bu konuda da, olayların
ahlaki
sorumluluğunu üstlenmediğimizde olup biten
işlerin
tamamen başkalarının sorumluluğunda olduğunu
düşünüyoruz
ve değişmeye/gelişmeye kişisel katkıda
bulunamıyoruz.
Toparlama
İnsan,
birtakım çelişkiler/ikilemler yaşar. Bu
kaçınılmazdır.
Ancak eğer, yaşamının bir parçası olan
çelişkilerini
fark ederse, kararsız kalma, acı çekme
ihtimali
azalır, üstelik toplumun gelişmesine katkıda
bulunur.
Ya hep-ya hiç, diğer bir ifadeyle yüz--sıfır, insan
ilişkilerini
zedeleyen, gelişmeyi engelleyen önemli bir
ikilemdir.
Yüzde yüz haklıyım anlayışı, çözümsüz
çatışmalar
doğurabilir, ben-merkezci olmamıza yol
açabilir.
'Yüzde yüz haklıyım" anlayışından vazgeçmek,
bireyin
acı çekme ve acı çektirme ihtimalini azaltacak,
insanları
daha duyarlı hale getirecektir.
Ya hep-ya hiç, diğer bir ifadeyle yüz--sıfır,
insan ilişkilerini zedeleyen, gelişmeyi
engelleyen önemli
bir ikilemdir.