Rekalm

21 Aralık 2013 Cumartesi

2 KÜÇÜK ŞEYLERİN ÖNEMİ


2
KÜÇÜK ŞEYLERİN
ÖNEMİ
Yaşamda Küçük Şeyler
Yukarıdaki öyküde küçük şeylerin önemi anlatılmak
isteniyor. Genelde büyük şeylere değer veririz. Ancak
büyük şeylere ulaşabilmek için küçük şeylere, küçük
adımlara ihtiyacımız vardır.
Devasa büyüklükteki çığları ortaya çıkaran şey,
başlangıçtaki ufacık kar parçacıklarıdır. Bütün büyük
ırmaklar, dağlardaki sızıntılarla, çanak büyüklüğündeki
gözelerle gözlerini dünyaya açarlar.
Akiro Krusava'nın çevirdiği Dersu Uzala adlı bir film
vardı. Sibirya'daki ormanlara uyum sağlamış bir adamı
anlatıyordu. Dersu Uzala, ormanda bir ayak izi
gördüğünde, bu izin sahibinin genç bir insan mı yoksa
yaşlı mı olduğunu anlayabiliyordu. Gençlerin ayak
izlerinin arkası, yaşlıların ise ön tarafı daha derin
oluyormuş. Çünkü gençler dik, yaşlılar ise öne doğru
hafifçe eğilerek yürürlermiş.
Benzeri şekilde iz süren Kızılderililer de, alışık
olmayanların asla fark edemeyecekleri küçük ipuçlarından
yararlanarak, örneğin genç sürgünlerin hangi tarafa
eğildiğine bakarak onun gittiği yönü bilirlermiş.
Yaşar Kemal'in İnce Memed'indeki Topal Ali doğadaki
küçük ipuçlarını okuma konusunda efsanevi bir güce
sahiptir.
Hayvanlarda belli bir türün üyeleri birbirinin tamamen
benzeri olmaz. Aralarında çok küçük farklılıklar bulunur.
Bu farklılıklar türlerin zaman içinde değişime uğramasına
ve günümüzdeki tür zenginliğine yol açmıştır. Bununla
ilişkili olarak genlerdeki diziliş farklılıkları da yaşamda
vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Birbirlerinden çok farklı
gözüken iki hayvanın genlerinin dizilişi arasında genelde
çok az farklılık vardır. Yani genlerin sıralanışındaki küçük
farklılıklar çok farklı türlerin ortaya çıkmasına yol açar.
Benzer şekilde atomları oluşturan parçacıklarda ortaya
çıkan -bize göre- küçük farklılıklar, bambaşka
elementlerin, maddelerin oluşmasına yol açmıştır.
Fiziksel, biyolojik evrendeki küçük şeylerin büyük
etkileri, yaşamın her alanında, doğada, insanda,
Kızılderili'den Hintliye, Eskimo'dan Türk'e, topraktan
iklime, hemen her yerde, her toplumda karşımıza çıkar.
Hintliler alışık olmayan gözlerin göremeyeceği ufacık bir
bulut kümesine bakıp muson yağmurunun başlayacağını
bilirlermiş. Anadolu köylüsü de bir zamanlar belirli bir
yönden çıkan küçük bulutları görür görmez, "sağanak
geliyor" diye harmanı toplardı.
Hekimler en küçük belirtileri, dedektifler ulaşabildikleri
bütün ipuçlarını değerlendirirler.
Sonuçta, ister bir ormanda, ister bir muayenehanede
olalım, yaşamdaki küçük ipuçlarını fark ettiğimizde,
doğaya uyum sağlamamız, yarına kalmamız kolaylaşır.
Aslında bu durumun farkındayızdır. Küçük Şeylerin
önemi geleneksel kültürümüzde "bir mıh (bir tür çivi) bir
nal kurtarır, bir nal bir süvari kurtarır" özdeyişiyle ifade
edilir. Ancak pratikte küçük şeylere ne ölçüde önem
verdiğimiz ve özellikle küçük şeylerden mutlu olmayı ne
ölçüde becerdiğimiz tartışmaya açık bir konudur.
Küçük ipuçlarını fark ettiğimizde,
doğaya uyum sağlamamız, yarına Kalmamız Kolaylaşır.
İnsan İlişkilerinde Küçük Şeyler
Küçük şeyler, doğa--insan etkileşiminde olduğu kadar,
insanlar arasındaki iletişimlerde de önemlidir.
Konuşurken, tek bir kelimeye alınırız veya tek bir
kelimeye seviniriz. Birbirimizin yüz ifadelerinden, en
küçük mimiklerinden sürekli anlam çıkarmaya çalışırız.
Karşımızdakinin sözleri ile mimikleri arasındaki küçük
çelişkiler bizi çok ilgilendirir. Örneğin birisi bizi evine
davet ettiğinde, bu daveti yürekten mi, yoksa usulen mi
yaptığı konusunda ipucu yakalamak için onun yüz
ifadesini inceleriz. Genelde, davette bulunan gözlerini aça
aça ve hafif yalvarır bir ifadeyle "Allah aşkına gel bak,
gelmezsen ölümü gör" diyorsa, gitmemiz gerektiğine
gönül rahatlığıyla karar veririz.
Kadınların Empatik Becerileri Niçin
Gelişmiş?
İletişimde mimiklere dikkat etmek, bazı canlı türlerinde,
özellikle insanlarda ilginç özellikler ortaya çıkarıyor.
Örneğin, yapılan araştırmalar genelde kadınlarda empatik
becerinin erkeklere oranla daha yüksek olduğunu
gösteriyor.
Kadınların empatik becerilerinin erkeklerin empatik
becerisinden daha yüksek olması, "kadın duyarlılığı"
kavramıyla açıklanabilir. İyi de kadınlar niçin daha
duyarlı? Niçin erkeklere oranla daha iyi empati
kurabiliyorlar?
Kadınların erkeklere oranla daha iyi empati kurmalarının
çeşitli nedenleri bulunabilir. Bir görüşe göre bu
nedenlerden bir tanesi şu:
Bazı canlı gruplarında statüsü düşük olanlar saldırganlığa
uğramamak için yüksek statülülerin, örneğin liderin
davranışlarını sürekli gözlerler. Benzer şekilde insanlarda
da nice toplumda aile ortamlarında erkeğin statüsü
kadınınkinden üstün olmuştur. Kadın, erkeğin gözüne
bakmak, onun sinirli olup olmadığını anlayıp kendini ona
göre ayarlamak zorundadır. Aksi halde, sözel ya da
fiziksel saldırıya uğrayabilir.
Erkeğin şu andaki davranışlarına bakıp az sonraki
davranışlarını tahmin etmek zorunda olan kadın, giderek
onun yüz ifadelerine, vücut diline daha duyarlı olmuştur.
Bu durum da kadının empatik becerisinin gelişmesine yol
açmıştır.
Çevremizde vardı, maalesef hâlâ var: Erkek akşam eve
geldiğinde karısı kaygılı bir şekilde onun yüzüne bakar.
Kocasının sinirli olup olmadığını, diğer bir ifadeyle eşref
saatinin yerinde olup olmadığını anlamaya çalışır. Eğer
evin beyi sinirliyse hemen çocuklarını uyarır, "Babanız
sinirli, aman ortalarda dolaşmayın" dermiş.
Küçük şeylerin toplamı, doğada olsun, toplumda olsun
daima büyük yekûnlar doğuruyor galiba. Yüzyıllar
boyunca, onbinlerce kadın, gökyüzünde karabulut
gözleyen çiftçiler gibi, kocalarının yüzünde bir kararma,
bir öfke belirtisi gözleye gözleye, duyarlı hale gelmiş,
empatik becerilerini geliştirmiş olabilirler. Erkeklerin
büyük çoğunluğunda, "ya karım kızarsa" korkusu
bulunmadığı için böylesine bir duyarlılık gelişmemiş
olabilir.
Küçük Şeylere Dikkat Öğrenilebilir
Kadınların empatik becerilerinin gelişmişliğinde, bir
biyolojik temel, bir genetik yatkınlık da bulunabilir. Ama
kadın--erkek ilişkilerinden kaynaklanan öğrenme, anneleri
ve çevredeki diğer kadınları örnek alma da etkili olmuş
olabilir.
Empati, doğuştan sahip olunan bir özellik değildir.
Araştırmalar, kadın--erkek herkesin empatik becerisinin
eğitim yoluyla geliştirilebileceğini, empati kurmanın
öğrenilebilen bir şey olduğunu göstermektedir.
Dikkat konusuna ayrıntılı olarak girmeden, bu konudaki
klasik bir araştırma sonucuna değinmek istiyorum: Belli
mesleklerdeki kişiler, meslekleriyle ilgili şeylere giderek
daha fazla dikkat eder hale geliyorlarmış. Örneğin, terziler
insanların elbiselerine, berberler saçlarına, ruh sağlığı
uzmanları yüz ifadelerine daha fazla dikkat ediyorlarmış.
Bir tiyatro salonunu, küçük bir deliği bir saniye açıp
kapatarak bir tiyatrocuya gösterdiğinizde seyirci
yoğunluğunu, bir itfaiyeciye gösterdiğinizde ise salonda
kaç kapı olduğunu algılıyormuş.
Bunlar ve benzeri örnekler, küçük şeylere dikkat etmenin,
aslında öğrenilebilen bir şey olduğunu göstermektedir.
Belirli ortamlar, belirli yaşam koşulları bize bazı şeylere
özellikle dikkat etmeyi öğretir.
Bildiğim kadarıyla biz Türkçe'de kara iki ad veririz: Kar
ve kırç. (Kırç, diş diş olmuş eski kardır.) Eskimolarda ise
otuza yakın kar adı vardır. Kültürlerdeki bu farklılıklar,
yaşam şartlarından kaynaklanıyor olsa gerek.
Bence bu konudaki en çarpıcı örnek, her toplumun kendi
üyelerini birbirine benzemez, öteki toplumları ise benzer
algılamasıdır.
Çinliler Birbirine Benzer mi?
Küçük yaşlardan itibaren yakın çevrelerindeki insanların
"Çinliler birbirlerine benzer mi?" sorusuna, doğu ve Orta
Asya dışında oturan pek çok kişi "Evet" cevabını veriyor.
Ama Çinlilere sorduğunuz zaman onlar da "Biz
Çinliler birbirimize benzemeyiz, batılıların hepsi birbirine
benzer" derlermiş.
Bize göre zenciler, Çinliler birbirine benzer. Ama biz
benzemeyiz. Niye?
Galiba olayın açıklaması şu: içinde yaşadığımız toplumda,
küçük yaşlardan beri yakından tanıdığımız çok sayıda
insan vardır. Böyle olunca bunların yüzleri arasındaki
küçük farklılıkları yakalayabiliriz. Yeterli sayıda Çinliyle,
yeterince uzun süre birlikte kalmadığımız için de,
Çinlilerin yüzleri arasındaki farklılıkları fark edemeyiz ve
hepsinin birbirine benzediğini düşünürüz.
Küçük farklılıkları yakalayamamak,
ötekileri yanlış algılamamıza, zaman zaman da mutsuz
olmamıza yol açar.
Bir arkadaşım anlattı. Havaalanında bir grup Türk
oturuyorlarmış. Birkaç Japon çocuk bunların karşına
geçmiş, baş ve işaret parmaklarıyla gözlerinin altını ve
üstünü çekiştirip, yani çekik gözlerini yuvarlak hale
getirmeye çalışarak bir yanda da "Hımm.. " sesi
çıkarıyorlarmış. Birkaç kişinin bunlar bizimle dalga
geçiyor diye canı sıkılmış. Arkadaşım ise "Kızmayın, biz
de küçükken Çinlilerin karşısına geçip, parmaklarımızla
gözlerimizi iki yana çekiştirip 'Hımmm... ' derdik" demiş.
Galiba herkes, kendi gözünün, kendine ait her şeyin
normal olduğunu, ötekilerde ise bir tuhaflık bulunduğunu
düşünüyor.
Küçük şeylere dikkat etmenin önemi galiba bir de dil
konusunda ortaya çıkıyor. Anadili Türkçe olanlar için
"cam" ve "çam" sözcüklerini birbirinden ayırt etmek
kolaydır. Ancak Türkçe'yi ileri öğrenmeye çalışan, anadili
Hint-Avrupa dili olan batılılar için c'yi ç'den ayırt etmek
zordur. Bizim için de İngilizce'nin farklı t'larını (the ile
tree'yi) ayırt etmek güç. Yüzler arasındaki küçük
farklılıkları yakalamak da kültürle, öğrenmeyle ilgili.
Mutlu Olmak Öğrenilebilen Bir Şey
mi?
Yukarıdaki tartışmalardan ortaya çıkan sonuç şu: Küçük
şeylere dikkat öğrenilebilen bir şeydir, insanlar, içinde
yaşadıkları ortama, aldıkları eğitime göre birtakım küçük
şeylere dikkat etmeyi öğreniyorlar. Çiftçiler, hekimler,
terziler, dedektifler, kendi uğraşlarıyla ilgili küçük
ipuçlarını değerlendirmeyi öğrenebiliyorlar.
Küçük şeylere dikkat etmeyi öğrenebilen insan, bunlar
karşısında mutlu veya mutsuz olmayı da öğrenebilir.
Bazılarımız, küçük şeylere dikkat etmeyi ve bunlar
karşısında mutsuz olmayı öğrenmiş bulunuyoruz.
Bazılarımız ise aynı küçük şeylere dikkat edip mutlu
olmayı öğrenmiş bulunuyoruz. (Maalesef, ikinci gruba
girenlerin sayısı galiba daha az. En azından ülkemizde az.
Bu konuda bir araştırma yürütmeye çalışıyoruz.)
Küçük şeylere dikkat etmeyi öğrenebilen insan,
bunlar karsısında mutlu veya mutsuz olmayı da
öğrenebilir.
Yani bazıları bardağın yarısı boş diye esef etmeyi, bazıları
ise yarısı dolu diye sevinmeyi, şükretmeyi öğrenmiş.
Doğuştan iyimser veya kötümser olmuyoruz. Belirli
durumlar karşısında iyimser veya kötümser olmayı çeşitli
yollarla öğreniyoruz. Örneğin, büyüklerimizi model alarak
öğreniyoruz.
Bir düğüne giden insanların, bir şeyleri övmekten çok,
negatif eleştiri yönelttiklerini görürüm. Ufacık ufacık
ayrıntıları yakalayıp kurabiyeleri, limonataları, gelinin,
damadın kaşını, gözünü, kayınvalidelerin elbiselerini
eleştirdiklerini duyarım, insanlar eleştiriyorlar,
eleştiriyorlar, ondan sonra da "Amann bize ne, Allah
mesud etsin" diyorlar. İyi de, şu 'bize ne'yi en başta
demeyi öğrenebilir miyiz acaba?
Eğer bir insan genelde kötümser, karamsar ise, galiba
zamanla bu karamsarlığı destekleyecek yönde küçük
ayrıntıları fark eder hale geliyor. Negatifi vurgulaya
vurgulaya, yaşama negatif bir bakış tarzı geliştiriyor. Bu
durumun sonucunda da, arabesk şarkılarda duyduğumuz
"batsın bu dünya" tavrı çıkıyor ortaya.
Karamsarlığı öğrendiğimiz gibi iyimserliği de
öğrenebiliriz. Bu konuyu ilerde tekrar ele alacağız.
Küçük Şeylere Önem Vermek Her
Zaman Mutluluk Getirir mi?
Eğer "Küçük şeyler önemlidir" dersek bu, bazı durumlarda
sıkıntı yaratabilir. Küçük şeylerden mutlu olabileceğimiz
gibi, mutsuz da olabiliriz. Biz uzmanlar, eğitimciler bu
konuda galiba bir çelişki sergiliyoruz. Şöyle:
Örneğin diyoruz ki, "Komşun sana gülümserse, bu küçük
şey aslında önemlidir, mutlu olmalısın. " İyi. Ama diyelim
ki komşunuz, size dik dik baktı ve selam vermedi. Bu
durumda ise galiba şunu söylüyoruz: "Komşunun sana
selam vermemesi küçük bir şeydir, moralini bozmana
deymez. " Bence burada bir çelişki var.
Veya, "Size trafikte teşekkür anlamında korna çalarlarsa
sevinin, eğer hakaret anlamında çalarlarsa aldırmayın. "
Yine çelişki var. Eğer küçük şeyler önemliyse, o zaman
üzülebiliriz de.
Bu konudaki çelişkiyi acaba şu mantıkla çözebilir miyiz?
Neyin küçük, neyin büyük olduğu veya küçük şeylerden
hangisinin ne ölçüde önemli olduğu görecelidir (rölatiftir).
Fiziksel dünyadaki hemen her şeyin göreceli olması gibi,
insanın dünyasında bu şey de görecelidir.
Evrende yaklaşık 200 milyar civarında galaksi var. Bu
yaklaşık bir sayıdır. Dışardan bakınca bir tanesi eksik
veya fazla, hiç önemli değildir. Ama bizim için bizim
galaksimiz çok önemlidir. Evrende 1021 (1, 000, 000, 000,
000, 000, 000, 000) tane bizimkine benzer güneş vardır.
Bunlardan bir tanesi eksik veya fazla olmuş, hiç önemli
değildir. Ama bizim güneşimiz bizim için çok önemlidir.
Evrende her şey göreceli.
Neyin küçük, neyin büyük olduğu veya
küçük şeylerden hangisinin ne ölçüde
önemli olduğu görecelidir.
İnsanların dünyasında da neyin büyük, neyin küçük
olduğu, neyin, ne zaman önemli veya önemsiz olduğu
görecelidir. Ancak bu göreceli alemde insanın bir
üstünlüğü var. İnsan, nesnelere ve olaylara değer
verebilen, onları değerlendirebilen bir varlıktır. Güneşin
böyle bir gücü yoktur, ama insanın vardır.
O halde insan, karşılaştığı küçük şeylerden hangisine, ne
yönde önem vereceği konusunda iradesini kullanabilir.
Eldeki ölçüt bence, "yarına kalmak" olmalıdır. Eğer bir
olaya verdiğimiz değer, yarına kalma ihtimalimizi
artıracaksa önemlidir, artırmayacaksa önemli değildir. Her
şeyin göreceli olduğu bir dünyada kişinin kendini
koruması esas olmalıdır.
Eğer bir olaya verdiğimiz değer,
yarına kalma ihtimalimizi artıracaksa önemlidir,
artırmayacaksa önemli değildir.
Her şeyin göreceli olduğu bir dünyada
kişinin kendini koruması esas olmalıdır.
Diyelim ki komşunuz size selam verdi. Bundan hoşnut
olursanız, kendinizi iyi hissedersiniz; bu da sizin yarına
kalma ihtimalinizi artırır. Ama eğer 'Yahu bu adam bir
çıkarı olmadan babasının hayrına selam vermez"
gibilerden düşünürseniz, kendinizi iyi hissetmezsiniz. Bu
da sizin yarına kalma ihtimalinizi azaltır.
Diyelim ki komşunuz size selam vermedi: Eğer bu
duruma fazlaca üzülürseniz, yarına kalma ihtimaliniz
azalır. "Görmemiştir" diye düşünür, fazlaca üzülmezseniz,
yarına kalma ihtimaliniz artar.
Genelde yaşama pozitif bakmalıyız. Tehlikeler karşısında
önlem almak gerektiğinde, bazen negatif düşünmek
gerekebilir. Fakat negatif düşünmeyi bir alışkanlık haline
getirmek, bizi tehlikelerden korumak yerine, tehlikeye
atıyor demek istiyorum. Olaylara ne zaman pozitif, ne
zaman negatif yaklaşacağımızı öğrenirsek; bizi
rahatlatacak olayları fark etmeyi, vurgulamayı, yanı sıra
rahatsız edecek olaylara fazlaca önem vermemeyi
öğrenirsek ömrümüz uzar.
Tehlikeler karşısında önlem almak
gerektiğinde, bazen negatif düşünmek gerekebilir.
Fakat negatif düşünmeyi bir alışkanlık haline
getirmek, bizi tehlikelerden korumak yerine,
tehlikeye atıyor.
İnsanın, göreceli bir dünyada, dünyaya uyum sağlayacak,
kendini mutlu kılacak şekilde, çevresindeki olayları
önemli ya da önemsiz algılamaya yetecek beyin gücü
vardır.
Bir çocuğun sokakta bana gülümsemesi çok önemli bir
olaydır. Birisinin ters ters bakması ise, düzeltmem
gereken bir davranışım varsa önemlidir; ama
yapabileceğim bir şey yoksa hiç önemli değildir. Kendimi
bu şekilde düşünecek şekilde eğitebilirim.
Bireyin kendi gayretiyle duygularını tamamen denetim
altına alması ve ruhsal sorunlarını çözmesi mümkün
değildir. Bu konuda fazlaca enerji harcaması da, herhalde
uygun değildir. Bireye fazla yüklenmemek gerekir. Bu
konuda özetle şunu söylemek istiyorum: Karamsarlığın
biyolojik birtakım nedenleri bulunabilir; ama karamsarlık,
yaşama olumsuz bakış tarzı, bir açıdan çevreden
öğrenilebilen bir şeydir, iyimserlik, yaşama olumlu bakış
tarzı da, bir ölçüde öğrenilebilen bir şeydir. Birey, kendini
fazla zorlamadan, kısmen de olsa yaşama olumlu gözlerle
bakacak şekilde kendini eğitebilir. İnsanın RAM'i, sabit--
diski buna müsaittir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder