Rekalm

21 Aralık 2013 Cumartesi

12 "HEM ŞOFÖR MEHELLİ, HEM BEŞ KURUŞ" (VEYA "YÜZ ALTIN SENDROMU")


12
"HEM ŞOFÖR MEHELLİ,
HEM BEŞ KURUŞ"
(VEYA "YÜZ ALTIN
SENDROMU")
Psikolojide Bilişsel Davranışçı Yaklaşım adı verilen bir
yaklaşım var. Özetle şunu söylüyor: Duygularımızı ve
davranışlarımızı ortaya çıkaran şey, dış faktörler değil,
zihnimizin bir köşesine kaydetmiş olduğumuz kalıp
düşüncelerdir. Kimi kuramcılar, söz konusu
düşüncelerden bazılarının akılcı/gerçekçi olmadığını ve
bunların sıkıntı yaratan duygulara ve davranışlara yol
açtığını, ruh sağlığını olumsuz yönde etkilediğini
belirtmektedirler*.
* Bilişsel Davranışçı Yaklaşımın genel çerçevesi içinde, "Ben yetersizim"
şeklindeki bir kalıp düşünce/temel inanç, ana inançlara, ara inançlar ise "Ben
bu sınavdan geçemem" şeklindeki otomatik düşünceye yol açar, sıkıntı
yaratır.
Duygularımızı ve davranışlarımızı
ortaya çıkaran şey, dış faktörler değil,
zihnimizin bir köşesine kaydetmiş olduğumuz
kalıp düşüncelerdir.
Sıkıntı yaratan kalıp düşüncelere birkaç örnek:
"Herkes bana iyi ve kibar davranmalıdır."
"Her zaman her işte başarılı olmalıyım; kusursuz olmalıyım."
"Hayat bana istediklerimi hemen vermeli, istemediklerimi
vermemeli."
Yukarıdaki cümlelerden üçüncüsü, belki ilk ikisini de
kapsıyor. Üçüncü cümlede, dünya ve onun bir parçası olan
toplum, bana benim istediğim gibi davransın talebi var.
Şüphesiz bu ben-merkezci bir tavır ve gerçekçi değil.
"Hayat bana istediklerimi tam olarak vermeli"
düşüncesinin akılcı olmadığı ve bu düşüncenin
duygularımızı ve davranışlarımızı nasıl etkilediği, son
yıllarda Albert Ellis tarafından ortaya atılmış, incelenmiş.
Ancak bundan yüzyıllar öncesinde insanlar Ellis'in
görüşüne paralel sayılabilecek görüşler ileri sürmüşler.
Örneğin Epiktetos, "Olaylar önemli değildir; asıl onları
algılama şeklimiz önemlidir" demiş. Epiktetos'un bu
görüşü, Bilişsel Davranışçı Yaklaşımı özetlemektedir.
Akılcı olmayan düşüncelerimizi, mükemmeliyetçiliğimizi
-biraz da açgözlülüğü- irdeleyen, eleştiren bir Bektaşi
fıkrası var. Şöyle:
Bektaşi'nin Altınları
Bektaşi'nin biri bir gün "Tanrım, bana gökten yüz altın at. Bak
ama, doksan dokuz olsa kabul etmem" demiş.
Tanrıdan yüz altın isteyen, aşağısına razı olmayan Bektaşi, bir
anlamda, "Hayat bana istediklerimi hemen vermeli,
istemediklerimi vermemeli" demektedir.
Söz konusu akılcı olmayan düşünceye ilişkin bir de
Erzurum hikâyesi var. Önce hikâyeye bakalım, sonra da
yorumlayalım.
Hem Şoför Mehelli, Hem Beş Kuruş
Rivayete göre, 1940'larda geçmiş bir olay: O zamanlar
taşımacılık kamyonla yapılıyor. Bir kamyon yolcularını
yüklenirken Erzurum yakınlarındaki Köprüköy'e gidecek bir
yolcu gelir. Şoför ile yolcu arasında şu konuşma geçer:
Yolcu: "Dadaş, hele beni bir Köprüköy'e götür. " Şoför: "He
geç."
Yolcu: "Kurban, kamyonun üzerine binmeyeyim, sovuktur,
rüzgârdır; şoför mehelline oturayım."
Şoför: "Tamam geç."
Yolcu: "Şoför mehelli kaç kuruştur?"
Şoför: "Yirmi beş kuruş."
Yolcu: "Ben beş kuruş versem olmaz mı?"
Şoför: "Dadaş, hem şoför mehelli hem Körpüköy hem beş
kuruş; bu nasıl iş?"
Galiba pek çoğumuz, -belki de hepimiz- Bektaşi gibi
hayattan yüz altın istiyoruz. Veya dadaş gibi, hayat bizi
şoför mahallinde, Köprüköy'e beş kuruşa götürsün
istiyoruz. Bu istediğimiz olmadığında da küçük aksiliklere
esef ediyoruz, öfkeleniyoruz. Yüz altın sendromu
yüzünden hem kendimizi hem çevremizi huzursuz
ediyoruz. Şu örneklere ne dersiniz?
Diyelim Anahtarınızı Unuttunuz
Diyelim bir sabah evden çıktınız ve anahtarı evde
unuttuğunuzu fark ettiniz. Üç kat merdiven çıkıp anahtarı
alacaksınız. Bu durumu olgunlukla kabullenir misiniz,
yoksa kendinize esaslı miktarda kızar mısınız? Sanırım
çoğunluk, "Allah beni kahretsin, Allah benim belamı
versin" diye söylene söylene çıkıyor merdivenleri.
Niçin kızıyorsunuz kendinize? Bugüne kadar pek çok defa
anahtarlı çıktınız evden; bu başarınızdan ötürü hiç
kendinizi kutladınız mı? Hayır. Doğru şeyler yaptığımız
zaman kendimizi kutlamayız, hatalı bir şey yapınca
kızarız. Niçin? Bunun nedeni hayattan yüz altın
beklememiz olmalı.
Diyelim Öğrencisiniz
Diyelim öğrenciyiz, bize iyi bir gelecek sağlamaya katkısı
olacak diye lisede veya üniversitede okuyoruz. Hem
okuyoruz hem de durmadan derslerin ağırlığından,
sınavların sıklığından şikayet ediyoruz. Hiç okumasak
sıkıntı da olmaz ama iyi bir gelecek umudu da suya düşer.
Yani hem sıkıntıya girmeyeceğimiz bir öğrencilik
yaşamımız hem de iyi bir geleceğimiz olsun istiyoruz.
Farkında olmadan hem şoför mahallinde oturmak hem beş
kuruş ödemek istiyoruz. Ne yazık ki bu kadar cömert bir
dünyamız yok. Pratikte fazla cömert olmayan dünyayı,
çok cömert hale getirmek istediğimizde kopya çekeriz. Bu
durumda hem şoför mahalli hem beş kuruş olur. Ama ne
yazık ki kopya, dürüst bir yol olmadığı gibi uzun vadede
kârlı da değildir.
Diyelim Bir İşyerinde
Çalışıyorsunuz
Bazı iş yerlerinde patron asgari ücreti, maksimum
performansı, çalışanlar ise asgari performansı, maksimum
ücreti tercih ediyor. Sonuçta iki taraf da yüz altın'cı
oluyor.
Diyelim bir işyerinde çok yoğun çalıyoruz. Ama bunun
karşılığında da iyi sayılabilecek bir ücret alıyoruz, üstelik
kendimizi geliştirmemiz, gerçekleştirmemiz de mümkün
oluyor. Buna rağmen zaman zaman tablonun genelini
unutup çok çalışmaktan yakınıyoruz. Daha az ücrete daha
az çalışmayı gerektiren bir iş bulabiliriz; ama bunu asla
istemeyiz. Yine, hayattan, istediklerimizi tam olarak
vermesini, istemediklerimizi vermemesini, her şeyin
kusursuz olmasını istedik demektir. Diğer bir ifadeyle,
hem şoför mahalli hem beş kuruş. Ne yazık ki ikisi bir
arada olmuyor. Aslında, hem az çalışmak hem de çok
kazanmak mümkündür. Bunun yollarından birisi
üçkağıtçılık, hortumculuktur. Bunları yaptığınızda, hem
şoför mahalli hem beş kuruş olur. Olur da, dürüst olmaz;
uzun vadede kârlı olmaz. Torunlarınıza kötü bir miras,
üçkağıtçı bir dünya bırakmış olursunuz.
Hem iyi ücret alayım hem az çalışayım gerçekçi değil.
Ancak bunun tersi bir durum varsa ve siz yakınıyorsanız,
gerçekçi düşünmediğinizi söyleyemeyiz. Örneğin bir
patron, nasıl olsa piyasada iş az, eli mahkum diye düşünüp
asgari ücretin altında bir ücretle sizi günde sekiz saatin
çok üzerinde çalıştırır, bu arada sigortanızı da yaptırmazsa
ve siz de bu durumdan sızlanırsanız, gerçekçi
düşünüyorsunuz demektir. Bu patronunuzun ayıbıdır.
Patronunuz kısa vadeli kârdadır; ancak torunlarına
haksızlığın, ahlaksızlığın arttığı bir dünya bırakacaktır.
Torunlarının aynı sömürüye uğramayacağını kim garanti
edebilir?
Diyelim işyerinizde bir hatanız oldu; herkes fark etti.
Günlerce üzülür müsünüz? "Evet" dediğinizi duyar
gibiyim. Peki bu hataya eşit bir başarınız oldu. Günlerce
mi sevinirsiniz, yoksa daha kısa bir süre mi? Eğer "evet"
derseniz, demektir ki, yine kusursuz davranmayı, hayatın
size kusursuzu vermesini istiyorsunuz.
Birkaç defa cerrahlar ameliyatta hastanın karnında makas,
gazlı bez bırakmıştır. Bu kamuoyuna çok ilginç gelir,
yıllarca söylenir. Ama aynı hekimler, her gün binlerce
hayatı kurtarır, binlerce kişiyi ölümün kıyısından
döndürür; bu ilginç gelmez. Bir eksi fark edilir, 9999 artı
fark edilmez. Sanırım bu da bir yüz altın sendromu.
İşyerinde patronlar, amirler, elemanlarının binlerce
artısını, gayretini görmezler de bir tek hataları olduğunda
ortaya çıkıverirler. Çünkü yüz altın isterler, kusursuzluk
isterler.
"Peki patron hiç mi eleştirmesin?" diyebilirsiniz. Hiç
eleştirmesin veya siz kendi kendinizi hiç eleştirmeyin
demiyorum. Hatamız olunca birbirimizi eleştirelim ama
olumlu davranışlarımızı da vurgulayalım, övelim. Kendi
kendimizi de gerektiğinde eleştirelim, davranışlarımızdan
geribildirimler çıkaralım; ama olumlu davranışlarımızı da
fark edelim, onlarla gurur duyalım. Marifet iltifata tâbidir.
Çevremizdekilere çiçek atalım; arada bir de kendimize
atalım.
Hatamız olunca birbirimizi eleştirelim ama olumlu
davranışlarımızı da vurgulayalım, övelim.
İş stresi herkesi rahatsız eder. Bu stresi tamamen yok
etmenin bir yolu vardır. Gayet basit: İstifa etmek. Eğer
istifa ederseniz, bazı açılardan çok rahatlarsınız. Ancak
parasız kalırsınız. Bu dünyada hem şoför mahalli hem beş
kuruş yok. Kamyonun üzeri beş kuruştur ama soğuktur.
Şoför mahalli yirmi beş kuruştur ama sıcaktır.
Diyelim Evlisiniz
Evlerimizde de yüz altın bekliyoruz. Eşler birbirlerinden
kusursuzluk bekliyorlar, dört dörtlük eş, dört dörtlük hayat
istiyorlar. Hayat bana istediklerimi tam versin istiyorlar.
Örneğin kadın, hem eşinin akşam belli bir saatte
gelmesini, mesaiye kalmamasını, tatillerde çalışmamasını,
ama aynı anda da mevcut yaşam standartlarını aynen
sürdürmek ister. Veya bir erkek aynı şeyleri karısından
ister. Bu iki istek bir arada nasıl olur? Bir insanın hem az
çalışması hem çok kazanması oldukça zordur. (Aynı anda
dürüst olmak istediğimizde iyice zordur.) Bir insan
ailesine daha fazla zaman ayırmak için fazla çalışmaktan
ve fazla kazanmaktan vazgeçebilir. Ama bunların üçünü
birden istemesi, kendini ve dünyayı zorlamak anlamına
gelir; yüz altın istemek anlamına gelir.
Erkekler de eşlerinden yüz altınlık, kusursuz bir gayret
bekliyorlar. Sözgelişi erkek açıkça söylüyor, açıkça
söylemese bile davranışlarıyla şöylesine bir tablo
sergiliyor: Eşi (yani kadın) para kazandığı bir işte çalışsın
istiyor. Olabilir. Kadın aynı zamanda akşam kendisinden
önce eve gelsin, çocuklarıyla ilgilensin, onların ödevlerini
yaptırsın, yedirip içirip yatırsın istiyor. Olabilir. Erkek
aynı zamanda, kendisi geç gelse bile sofra hazır, çorba
dudak kıvamında/hemen içilebilir sıcaklıkta beklesin
istiyor. Bu da olabilir. Erkek bir şey daha istiyor; gecenin
bir yarısı karısı kapıyı açtığında sabahlıklı, gecelikli
olmasın, şöyle bir güzel giyinmiş olsun istiyor. Hadi bu da
olabilir. Ancak erkek bir şey daha istiyor, "Karım kapıyı
açtığında, saat kaç olursa olsun güler yüzlü olsun" diyor.
İşte bu olamaz. Dört başı mağrur olamaz; hem şoför
mahalli hem beş kuruş olamaz; kadından ille de yüz
altınlık davranması istenemez. Gün boyu yüzün doksan
dokuzunu yerine getirmiş kadının, bir tane de eksiği
olmasını kabullenmek gerekli; onun yüzünü asmasını,
serzenişte bulunmasını hoş görmek gerekli. (Şüphesiz
kadın da, söylenmeyi veya sızlanmayı abartmamalı. Eğer
abartırsa, bu kez de o erkekten yüz altınlık bir gayret
beklemiş olur.)
Eşimizden yüz altın beklemeyelim. Ama eğer yüzüncü
altın yok diye, yani eşimiz bize kusursuz davranmıyor
diye canımız sıkılırsa, bu durumda bu beklentimizi oturup
konuşalım. Sözgelişi, ev dışında da çalışan, evi--çocukları
çekip çeviren bir kadın akşam eşi geç geldi diye yüzünü
asarsa, bundan rahatsız olan kocası, ortam uygun ise o an,
değilse daha sonra bu olayı gündeme getirmeli,
rahatsızlığını belirtmeli.
Evlilik Yıldönümlerini Unutan
Erkekler
Nice ailede erkeğin evlilik yıldönümünü, eşinin doğum
gününü unutması ciddi sorun yaratıyor. Evet bir erkek
diyelim eşinin doğum gününü unuttu. Yıl içindeki önemli
bir günü unuttu. Ama aynı erkek bir yılda 364 gün işi için,
evi için çalıştı, çabaladı. Bu erkeğe o 364 gün için
teşekkür edilmemiştir, ama o bir gün için esef edilir. Yine
bir yüz altın beklentisi.
Özel bir günü unutan bir erkeğe eşi, kızmak yerine şöyle
dese nasıl olur: "Sağ ol, 364 gün evini, beni hatırladın,
bizler için çalıştın. Ancak evlilik yıldönümümüzü unuttun.
Seneye dilerim 364'ü 365 yaparsın."
Ya da son ana kadar bekleyip eşinizin evlilik
yıldönümünü unuttuğu kesinleştikten sonra söylenmek
yerine, bir gün önceden hatırlatabilirsiniz. Bakınız artık
polisler
"Radar var!" diye tabela koyup önceden uyarıyorlar. Siz
de peşin peşin uyarabilirsiniz.
(Not: Erkekler "Evlilik yıldönümümüzü unuttun" diye
söylenmezler. Çünkü kendileri hatırlamazlar.)

1 yorum: