12
"HEM ŞOFÖR
MEHELLİ,
HEM BEŞ KURUŞ"
(VEYA "YÜZ ALTIN
SENDROMU")
Psikolojide
Bilişsel Davranışçı Yaklaşım adı verilen bir
yaklaşım
var. Özetle şunu söylüyor: Duygularımızı ve
davranışlarımızı
ortaya çıkaran şey, dış faktörler değil,
zihnimizin
bir köşesine kaydetmiş olduğumuz kalıp
düşüncelerdir.
Kimi kuramcılar, söz konusu
düşüncelerden
bazılarının akılcı/gerçekçi olmadığını ve
bunların
sıkıntı yaratan duygulara ve davranışlara yol
açtığını,
ruh sağlığını olumsuz yönde etkilediğini
belirtmektedirler*.
*
Bilişsel Davranışçı Yaklaşımın genel çerçevesi içinde, "Ben
yetersizim"
şeklindeki
bir kalıp düşünce/temel inanç, ana inançlara, ara inançlar ise "Ben
bu
sınavdan geçemem" şeklindeki otomatik düşünceye yol açar, sıkıntı
yaratır.
Duygularımızı ve davranışlarımızı
ortaya çıkaran şey, dış faktörler değil,
zihnimizin bir köşesine kaydetmiş olduğumuz
kalıp düşüncelerdir.
Sıkıntı
yaratan kalıp düşüncelere birkaç örnek:
"Herkes
bana iyi ve kibar davranmalıdır."
"Her
zaman her işte başarılı olmalıyım; kusursuz olmalıyım."
"Hayat
bana istediklerimi hemen vermeli, istemediklerimi
vermemeli."
Yukarıdaki
cümlelerden üçüncüsü, belki ilk ikisini de
kapsıyor.
Üçüncü cümlede, dünya ve onun bir parçası olan
toplum,
bana benim istediğim gibi davransın talebi var.
Şüphesiz
bu ben-merkezci bir tavır ve gerçekçi değil.
"Hayat
bana istediklerimi tam olarak vermeli"
düşüncesinin
akılcı olmadığı ve bu düşüncenin
duygularımızı
ve davranışlarımızı nasıl etkilediği, son
yıllarda
Albert Ellis tarafından ortaya atılmış, incelenmiş.
Ancak
bundan yüzyıllar öncesinde insanlar Ellis'in
görüşüne
paralel sayılabilecek görüşler ileri sürmüşler.
Örneğin
Epiktetos, "Olaylar önemli değildir; asıl onları
algılama
şeklimiz önemlidir" demiş. Epiktetos'un bu
görüşü,
Bilişsel Davranışçı Yaklaşımı özetlemektedir.
Akılcı
olmayan düşüncelerimizi, mükemmeliyetçiliğimizi
-biraz
da açgözlülüğü- irdeleyen, eleştiren bir Bektaşi
fıkrası
var. Şöyle:
Bektaşi'nin
Altınları
Bektaşi'nin
biri bir gün "Tanrım, bana gökten yüz altın at. Bak
ama,
doksan dokuz olsa kabul etmem" demiş.
Tanrıdan
yüz altın isteyen, aşağısına razı olmayan Bektaşi, bir
anlamda,
"Hayat bana istediklerimi hemen vermeli,
istemediklerimi
vermemeli" demektedir.
Söz
konusu akılcı olmayan düşünceye ilişkin bir de
Erzurum
hikâyesi var. Önce hikâyeye bakalım, sonra da
yorumlayalım.
Hem
Şoför Mehelli, Hem Beş Kuruş
Rivayete
göre, 1940'larda geçmiş bir olay: O zamanlar
taşımacılık
kamyonla yapılıyor. Bir kamyon yolcularını
yüklenirken
Erzurum yakınlarındaki Köprüköy'e gidecek bir
yolcu
gelir. Şoför ile yolcu arasında şu konuşma geçer:
Yolcu:
"Dadaş, hele beni bir Köprüköy'e götür. " Şoför: "He
geç."
Yolcu:
"Kurban, kamyonun üzerine binmeyeyim, sovuktur,
rüzgârdır;
şoför mehelline oturayım."
Şoför:
"Tamam geç."
Yolcu:
"Şoför mehelli kaç kuruştur?"
Şoför:
"Yirmi beş kuruş."
Yolcu:
"Ben beş kuruş versem olmaz mı?"
Şoför:
"Dadaş, hem şoför mehelli hem Körpüköy hem beş
kuruş;
bu nasıl iş?"
Galiba
pek çoğumuz, -belki de hepimiz- Bektaşi gibi
hayattan
yüz altın istiyoruz. Veya dadaş gibi, hayat bizi
şoför
mahallinde, Köprüköy'e beş kuruşa götürsün
istiyoruz.
Bu istediğimiz olmadığında da küçük aksiliklere
esef
ediyoruz, öfkeleniyoruz. Yüz altın sendromu
yüzünden
hem kendimizi hem çevremizi huzursuz
ediyoruz.
Şu örneklere ne dersiniz?
Diyelim
Anahtarınızı Unuttunuz
Diyelim
bir sabah evden çıktınız ve anahtarı evde
unuttuğunuzu
fark ettiniz. Üç kat merdiven çıkıp anahtarı
alacaksınız.
Bu durumu olgunlukla kabullenir misiniz,
yoksa
kendinize esaslı miktarda kızar mısınız? Sanırım
çoğunluk,
"Allah beni kahretsin, Allah benim belamı
versin"
diye söylene söylene çıkıyor merdivenleri.
Niçin
kızıyorsunuz kendinize? Bugüne kadar pek çok defa
anahtarlı
çıktınız evden; bu başarınızdan ötürü hiç
kendinizi
kutladınız mı? Hayır. Doğru şeyler yaptığımız
zaman
kendimizi kutlamayız, hatalı bir şey yapınca
kızarız.
Niçin? Bunun nedeni hayattan yüz altın
beklememiz
olmalı.
Diyelim
Öğrencisiniz
Diyelim
öğrenciyiz, bize iyi bir gelecek sağlamaya katkısı
olacak
diye lisede veya üniversitede okuyoruz. Hem
okuyoruz
hem de durmadan derslerin ağırlığından,
sınavların
sıklığından şikayet ediyoruz. Hiç okumasak
sıkıntı
da olmaz ama iyi bir gelecek umudu da suya düşer.
Yani
hem sıkıntıya girmeyeceğimiz bir öğrencilik
yaşamımız
hem de iyi bir geleceğimiz olsun istiyoruz.
Farkında
olmadan hem şoför mahallinde oturmak hem beş
kuruş
ödemek istiyoruz. Ne yazık ki bu kadar cömert bir
dünyamız
yok. Pratikte fazla cömert olmayan dünyayı,
çok
cömert hale getirmek istediğimizde kopya çekeriz. Bu
durumda
hem şoför mahalli hem beş kuruş olur. Ama ne
yazık
ki kopya, dürüst bir yol olmadığı gibi uzun vadede
kârlı
da değildir.
Diyelim
Bir İşyerinde
Çalışıyorsunuz
Bazı
iş yerlerinde patron asgari ücreti, maksimum
performansı,
çalışanlar ise asgari performansı, maksimum
ücreti
tercih ediyor. Sonuçta iki taraf da yüz altın'cı
oluyor.
Diyelim
bir işyerinde çok yoğun çalıyoruz. Ama bunun
karşılığında
da iyi sayılabilecek bir ücret alıyoruz, üstelik
kendimizi
geliştirmemiz, gerçekleştirmemiz de mümkün
oluyor.
Buna rağmen zaman zaman tablonun genelini
unutup
çok çalışmaktan yakınıyoruz. Daha az ücrete daha
az
çalışmayı gerektiren bir iş bulabiliriz; ama bunu asla
istemeyiz.
Yine, hayattan, istediklerimizi tam olarak
vermesini,
istemediklerimizi vermemesini, her şeyin
kusursuz
olmasını istedik demektir. Diğer bir ifadeyle,
hem
şoför mahalli hem beş kuruş. Ne yazık ki ikisi bir
arada
olmuyor. Aslında, hem az çalışmak hem de çok
kazanmak
mümkündür. Bunun yollarından birisi
üçkağıtçılık,
hortumculuktur. Bunları yaptığınızda, hem
şoför
mahalli hem beş kuruş olur. Olur da, dürüst olmaz;
uzun
vadede kârlı olmaz. Torunlarınıza kötü bir miras,
üçkağıtçı
bir dünya bırakmış olursunuz.
Hem
iyi ücret alayım hem az çalışayım gerçekçi değil.
Ancak
bunun tersi bir durum varsa ve siz yakınıyorsanız,
gerçekçi
düşünmediğinizi söyleyemeyiz. Örneğin bir
patron,
nasıl olsa piyasada iş az, eli mahkum diye düşünüp
asgari
ücretin altında bir ücretle sizi günde sekiz saatin
çok
üzerinde çalıştırır, bu arada sigortanızı da yaptırmazsa
ve
siz de bu durumdan sızlanırsanız, gerçekçi
düşünüyorsunuz
demektir. Bu patronunuzun ayıbıdır.
Patronunuz
kısa vadeli kârdadır; ancak torunlarına
haksızlığın,
ahlaksızlığın arttığı bir dünya bırakacaktır.
Torunlarının
aynı sömürüye uğramayacağını kim garanti
edebilir?
Diyelim
işyerinizde bir hatanız oldu; herkes fark etti.
Günlerce
üzülür müsünüz? "Evet" dediğinizi duyar
gibiyim.
Peki bu hataya eşit bir başarınız oldu. Günlerce
mi
sevinirsiniz, yoksa daha kısa bir süre mi? Eğer "evet"
derseniz,
demektir ki, yine kusursuz davranmayı, hayatın
size
kusursuzu vermesini istiyorsunuz.
Birkaç
defa cerrahlar ameliyatta hastanın karnında makas,
gazlı
bez bırakmıştır. Bu kamuoyuna çok ilginç gelir,
yıllarca
söylenir. Ama aynı hekimler, her gün binlerce
hayatı
kurtarır, binlerce kişiyi ölümün kıyısından
döndürür;
bu ilginç gelmez. Bir eksi fark edilir, 9999 artı
fark
edilmez. Sanırım bu da bir yüz altın sendromu.
İşyerinde
patronlar, amirler, elemanlarının binlerce
artısını,
gayretini görmezler de bir tek hataları olduğunda
ortaya
çıkıverirler. Çünkü yüz altın isterler, kusursuzluk
isterler.
"Peki
patron hiç mi eleştirmesin?" diyebilirsiniz. Hiç
eleştirmesin
veya siz kendi kendinizi hiç eleştirmeyin
demiyorum.
Hatamız olunca birbirimizi eleştirelim ama
olumlu
davranışlarımızı da vurgulayalım, övelim. Kendi
kendimizi
de gerektiğinde eleştirelim, davranışlarımızdan
geribildirimler
çıkaralım; ama olumlu davranışlarımızı da
fark
edelim, onlarla gurur duyalım. Marifet iltifata tâbidir.
Çevremizdekilere
çiçek atalım; arada bir de kendimize
atalım.
Hatamız olunca birbirimizi eleştirelim ama olumlu
davranışlarımızı da vurgulayalım, övelim.
İş
stresi herkesi rahatsız eder. Bu stresi tamamen yok
etmenin
bir yolu vardır. Gayet basit: İstifa etmek. Eğer
istifa
ederseniz, bazı açılardan çok rahatlarsınız. Ancak
parasız
kalırsınız. Bu dünyada hem şoför mahalli hem beş
kuruş
yok. Kamyonun üzeri beş kuruştur ama soğuktur.
Şoför
mahalli yirmi beş kuruştur ama sıcaktır.
Diyelim
Evlisiniz
Evlerimizde
de yüz altın bekliyoruz. Eşler birbirlerinden
kusursuzluk
bekliyorlar, dört dörtlük eş, dört dörtlük hayat
istiyorlar.
Hayat bana istediklerimi tam versin istiyorlar.
Örneğin
kadın, hem eşinin akşam belli bir saatte
gelmesini,
mesaiye kalmamasını, tatillerde çalışmamasını,
ama
aynı anda da mevcut yaşam standartlarını aynen
sürdürmek
ister. Veya bir erkek aynı şeyleri karısından
ister.
Bu iki istek bir arada nasıl olur? Bir insanın hem az
çalışması
hem çok kazanması oldukça zordur. (Aynı anda
dürüst
olmak istediğimizde iyice zordur.) Bir insan
ailesine
daha fazla zaman ayırmak için fazla çalışmaktan
ve
fazla kazanmaktan vazgeçebilir. Ama bunların üçünü
birden
istemesi, kendini ve dünyayı zorlamak anlamına
gelir;
yüz altın istemek anlamına gelir.
Erkekler
de eşlerinden yüz altınlık, kusursuz bir gayret
bekliyorlar.
Sözgelişi erkek açıkça söylüyor, açıkça
söylemese
bile davranışlarıyla şöylesine bir tablo
sergiliyor:
Eşi (yani kadın) para kazandığı bir işte çalışsın
istiyor.
Olabilir. Kadın aynı zamanda akşam kendisinden
önce
eve gelsin, çocuklarıyla ilgilensin, onların ödevlerini
yaptırsın,
yedirip içirip yatırsın istiyor. Olabilir. Erkek
aynı
zamanda, kendisi geç gelse bile sofra hazır, çorba
dudak
kıvamında/hemen içilebilir sıcaklıkta beklesin
istiyor.
Bu da olabilir. Erkek bir şey daha istiyor; gecenin
bir
yarısı karısı kapıyı açtığında sabahlıklı, gecelikli
olmasın,
şöyle bir güzel giyinmiş olsun istiyor. Hadi bu da
olabilir.
Ancak erkek bir şey daha istiyor, "Karım kapıyı
açtığında,
saat kaç olursa olsun güler yüzlü olsun" diyor.
İşte
bu olamaz. Dört başı mağrur olamaz; hem şoför
mahalli
hem beş kuruş olamaz; kadından ille de yüz
altınlık
davranması istenemez. Gün boyu yüzün doksan
dokuzunu
yerine getirmiş kadının, bir tane de eksiği
olmasını
kabullenmek gerekli; onun yüzünü asmasını,
serzenişte
bulunmasını hoş görmek gerekli. (Şüphesiz
kadın
da, söylenmeyi veya sızlanmayı abartmamalı. Eğer
abartırsa,
bu kez de o erkekten yüz altınlık bir gayret
beklemiş
olur.)
Eşimizden
yüz altın beklemeyelim. Ama eğer yüzüncü
altın
yok diye, yani eşimiz bize kusursuz davranmıyor
diye
canımız sıkılırsa, bu durumda bu beklentimizi oturup
konuşalım.
Sözgelişi, ev dışında da çalışan, evi--çocukları
çekip
çeviren bir kadın akşam eşi geç geldi diye yüzünü
asarsa,
bundan rahatsız olan kocası, ortam uygun ise o an,
değilse
daha sonra bu olayı gündeme getirmeli,
rahatsızlığını
belirtmeli.
Evlilik
Yıldönümlerini Unutan
Erkekler
Nice
ailede erkeğin evlilik yıldönümünü, eşinin doğum
gününü
unutması ciddi sorun yaratıyor. Evet bir erkek
diyelim
eşinin doğum gününü unuttu. Yıl içindeki önemli
bir
günü unuttu. Ama aynı erkek bir yılda 364 gün işi için,
evi
için çalıştı, çabaladı. Bu erkeğe o 364 gün için
teşekkür
edilmemiştir, ama o bir gün için esef edilir. Yine
bir
yüz altın beklentisi.
Özel
bir günü unutan bir erkeğe eşi, kızmak yerine şöyle
dese
nasıl olur: "Sağ ol, 364 gün evini, beni hatırladın,
bizler
için çalıştın. Ancak evlilik yıldönümümüzü unuttun.
Seneye
dilerim 364'ü 365 yaparsın."
Ya
da son ana kadar bekleyip eşinizin evlilik
yıldönümünü
unuttuğu kesinleştikten sonra söylenmek
yerine,
bir gün önceden hatırlatabilirsiniz. Bakınız artık
polisler
"Radar
var!" diye tabela koyup önceden uyarıyorlar. Siz
de
peşin peşin uyarabilirsiniz.
(Not:
Erkekler "Evlilik yıldönümümüzü unuttun" diye
söylenmezler.
Çünkü kendileri hatırlamazlar.)
şoför bul
YanıtlaSil