13
KUSURSUZLUĞU
ARAMANIN BEDELİ
Bir
önceki bölümde sözü edilen, "Hayat bana istediklerimi
tam
olarak versin, istemediğimi vermesin" düşüncesi
gerçekçi
değildir. Hayat, içinde çelişkileri de barındırır.
Oysa
biz çelişki sevmeyiz, çelişkilerden arındırılmış,
kılçıkları
ayıklanmış bir hayat isteriz. Bu gerçekçi
değildir.
Kusursuzluğu aramanın bedeli ağırdır.
Kusursuzu, kusursuzluğu aramak bize pahalıya mal
olabilir.
Kusursuzluğu
aradığımızda, elde edemediğimiz tek şey
yüzünden,
elimizde bulunmakta olan pek çok şeyi
kaybedebiliriz.
Yüz altında direnmek, eldeki doksan dokuz
altını
tehlikeye düşürebilir. En azından, yüzüncü gelmedi
diye
elimizdeki doksan dokuz altının tadını çıkaramayız.
İşte
bu yüzden kusursuzluğu aramanın bedeli ağırdır.
"Bir
lokma, bir hırka" önerisinde bulunmuyoruz şüphesiz.
Ancak,
doksan lokmanız, elli de hırkanız varsa ve hâlâ
mutsuz
dolaşıyorsanız, bunun gerçekçi olmadığını, bir
psikologa,
bir psikiyatriste gitmenizin iyi olabileceğini
söylüyoruz.
(Yaşamımızdan hoşnut olmak, gelişmemize
engel
değildir. Bir çocuğu hem sevip hem onun
gelişmesini
ister gibi, hem hayatınızdan hoşnut olup hem
onu
daha da iyiye götürmeye çabalayabilirsiniz. Bu konu
"Varolmak,
Gelişmek, Uzlaşmak" adlı kitabımda ele
alınmıştı.)
Kusursuzluğu
aramakla ilgili bir Erzurum hikâyesi:
Çaysız
Düğün Yemeği
Erzurumlu
bir kadın İstanbul'a yerleşmiş, bir düğün yemeğine
davet
etmişler, gitmiş. Sofra çok zenginmiş; çorbadan
dolmaya,
tuzludan tatlıya her şey varmış. Ancak İstanbul'da
adet
olmadığı için yemekten sonra çay vermemişler. Bizimki,
yemekten
sonra çay içmeye alışık olduğu için, düğün
çıkışında,
pek çoğunun yaptığı bir şeyi yapmış, dedikodu
etmiş.
"Vıyh baba çıha, bir çay itmediler
ki yediğimizi sindirek"
demiş.
Ben,
babam tarafından Erzurumluyum; Erzurumlu
hemşehrilerim
alınmasınlar. Erzurumlu kadının yaptığını
aslında
hepimiz yapıyoruz. Düğün yemeklerinden sonra
dedikodu
etmesek içimize sinmiyor; adeta yemeği içimize
sindiremiyoruz.
Ve bir eksi yüzünden doksan dokuz
artının
değeri gözümüzde siliniveriyor. Örneğin, eşimizin
bin
tane güzelliği vardır, sesimizi çıkarmayız, bir eksik
gördük
mü kıyametleri koparırız. Binlerce güzel anımız
olan
bir arkadaşımız için, "Bir davranışını gördüm, çizdim
üstünü;
notunu verdim" deriz.
Yerine
göre, sahip olduğumuz değerlere aykırı olan
karşımızdaki
kişiye ait küçük bir davranışı, büyük/önemli
diye
algılamaya elbette hakkımız var. Ama günlük
yaşamda
her şey sürekli olarak sahip olduğumuz değerleri
tehdit
mi ediyor? Yoksa, bazı küçük davranışlar, içimizde
bilmediğimiz
bir yerlere dokunduğu için mi gereğinden
fazla
öfkeli, kırılgan, kırıcı davranıyoruz?
İnsan,
kusursuzluğu istiyor; yüz altın istiyor; her şeyi
birlikte
istiyor. İyi de, her şey'in içinde zıtlıklar da vardır.
Her
şey'e talip olan insan, dolayısıyla zıtlıklara da talip
olmuş
oluyor. Ama aynı zamanda zıtlıkları sevmiyor,
tutarlılık
istiyor. (Bu bir çelişkidir; insanın çelişki
yaşamaya
da hakkı vardır.)
Yaşama
tümüyle talip olan, ancak yaşamın içindeki
eksileri,
ikilemleri ayıklamaya çalışan insan ikileme
giriyor,
çoğunlukla da zorlanıyor, acı çekiyor. Bu konuda
bir
şiirimi paylaşmak istiyorum:
PAZARCI
Dürüst
olmak istiyorsun ve zengin olmak
istiyorsun;
satmak
istiyorsun, saklamak istiyorsun.
Seni
sevsinler istiyorsun ve erkek olmak
istiyorsun;
ağlamak
istiyorsun, görmesinler istiyorsun.
İşin zor
be pazarcı,
kimbilir
daha neler istiyorsun.
Ekim
2002
Kusursuzluğu/mükemmeli
istemek, zorlayıcı olmanın
yanı
sıra, galiba imkânsız da. Sürekli değişen, gelişen, bir
ırmak
gibi akıp giden yaşamda, sürekli kusursuzluk
istemek,
gelişmekten vazgeçmek anlamına gelir. Özel
yaşamınızda
veya işinizde, varsayalım ki kusursuzluğa
ulaştınız.
Bu, artık bir anlamda gelişmeyeceksiniz
demektir.
Oysa değişmek, gelişmek kaçınılmazdır.
Kusursuzluk
sanal bir şey. Eğer sürekli gelişiyorsak, bir
önce
yaptığımızın kusursuz olması mümkün değildir. Bu
yüzden,
kusursuza talip olmak yerine, bir "öncekine göre
daha
iyiye" talip olmak daha gerçekçi gözüküyor.
Eğer sürekli gelişiyorsak,
bir önce yaptığımızın kusursuz olması
mümkün değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder