9
DEĞERLERE UYMADA
ÜÇ HATA
Değerler
Toplumsal
değerler insan yaşamının önemli bir yanını
oluşturur.
Bir değer, belirli bir insan davranışının veya
yaşam
amacının, bir diğerinden daha üstün olduğu
yönündeki
tutarlı ve derin inançtır. Değerler, toplumdan
topluma
ve zaman içinde değişir. Toplumlar, değerleri
doğrultusunda
bazı davranışların sergilenmesini takdirle
karşılar.
Örneğin, sadakat, sevgi, cesaret, dostluk,
temizlik,
saygı, dürüstlük, nezaket ve benzerleri, önem
verilen
toplumsal değerlerdir.
Değerler
toplum için değerlidir; değerlere uygun davranan
insanlar
da toplumun gözünde değerlidir.
Değerlere
Uymada Üç Hata
Sokakta
herhangi bir insana, toplumun değerlerine önem
verip
vermediğini sorarsanız, hiç duraksamadan önem
verdiğini
söyler. Hepimiz değerlere teorik olarak çok
önem
veririz. Ama pratikte sürekli olarak değerleri
çiğneriz.
Değerlere
uymada, kanıksamış olduğumuz, üç temel hata
vardır:
1.
Ortamına göre değerlere uyarız;
2.
Keyfimizin/moralimizin iyi olup olmamasına göre
değerlere
uyarız;
3.
Karşımızdaki kişiye göre değerlere uyarız. Şimdi bu üç
hatayı
açıklamaya çalışalım.
Birinci Hata: Ortama Göre Değerlere
Uymak
Bazı
toplumsal değerlere bazı ortamlarda uyar, bazı
ortamlarda
uymayız. Örneğin trafik polisinin yanındaki
kırmızı
ışıkta dururuz, polis yoksa aynı kırmızıda
durmayız.
Bu, değerlere uyma konusundaki birinci
hatadır.
Bu tür hatalar, değerleri içselleştirmediğimiz için
ortaya
çıkar. Bir değeri gerçekten benimseyenler, her
ortamda,
her durumda o değere uygun davranırlar.
"Temizlik"
değerlerimizden birisi olarak kabul edilebilir.
Bu
değere, ne yazık ki toplumun en azından bir bölümü
ortamına
göre uyuyor. Örneğin, hiç kimse evindeki halıya,
koridora
tükürmez, sigarasının izmaritini atmaz. Ama
sokağa
tüküren, sigarasının izmaritini atan c, ok kişi
görüyorum.
Ortama göre davranıyoruz.
Avrupa
ülkelerine giden vatandaşım, kaldırıma
tükürmüyor,
piknik yaptığında çöpünü çime atmıyor. Ama
Kapıkule'yi
geçince farklı davranıyor. "Niçin orada çöp
atmıyorsun
da burada atıyorsun?" desem, büyük ihtimalle
şöyle
diyecek bana; "Ama burada herkes atıyor. Bu
cümleyi,
birtakım değerlere ortamına göre uyduğumuz
zaman,
kendimizi savunmak için kullanıyoruz: "Ama
burada
herkes yapıyor."
Ve
maalesef liste uzuyor: Vergi kaçıran, "Ama herkes
kaçırıyor"
diyor. Trafik kurallarını çiğneyen, "Ama
kurallara
kimse uymuyor, ben niçin uyayım" diyor.
Belirli
bir değere niçin uymadığımızı açıklamaya
çalışırken
"Ama... " diye başlayan mazeret cümleleri
kurduğumuz
zaman, bu tavrımız, söz konusu değeri
yürekten
benimsemediğimiz anlamına gelir. Bir değeri
yürekten
benimseyen kişi, o değere ortamına göre uymaz,
başkalarına
bakarak uymaz, ne olursa olsun uyar.
Ben,
Batı ülkelerinde yere çöp atmıyorum; ben ülkemde
de
yere çöp atmıyorum. Ben temiz bir sokağa çöp
atmıyorum;
ben, başkaları tarafından çöp atılmış pis sokaklara
da
çöp atmıyorum. O pis sokak, belki yere çöp
atılmasını
hak ediyor, ama ben oraya çöp atmayı hak
etmiyorum.
Pis bir sokak, üzerine yeni çöpler atılmasını hak
ediyor
olabilir.
Ama ben o sokağa çöp atmayı hak etmiyorum.
Eğer,
bir toplumsal değeri yürekten benimsemişsek,
içselleştirmişsek,
başkalarının ne yaptığına bakmadan,
ortama
göre davranmadan uyarız o değere.
Bunca
yıldır, evindeki halıya asla tükürmeyen bir insanın
nasıl
olup da sokağa rahatlıkla tükürdüğünü anlamakta
güçlük
çekmişimdir. "Bunun mantıklı bir açıklaması
olması
gerekir" diye düşünmüşümdür. Yıllardır
beklediğim
açıklamaya Ekrem Işın'ın "İstanbul'da
Gündelik
Hayat"* adlı kitabında rastladım. Işın'ın bu
konudaki
açıklaması, iddiası, geçmişe yönelik, ispatı zor
bir
hipotez. Ama ilginç. Şöyle:
Eski
İstanbul'da üç tane kutsal mekan vardı: Cami, çarşı,
ev.
İnsanlar sokakta fazla dolaşmazlardı; gezmek amacıyla
sokağa
çıkmazlardı. Bu üç kutsal alandan birinden
diğerine
gidebilmek için sokaklardan geçerlerdi. Evlerin
dışarıya
bakan pencereleri sınırlıydı; pencereler, "hayat"
adı
verilen, kapalı iç mekana açılırdı. Özellikle kadınların
hayatı
hayatta geçerdi. Yoğurtçu, sütçü kapıya gelirdi. Ev
kutsaldı.
Bu
yaşam tarzı içinde, sokaklar kutsal değildi, köpeklere
terk
edilmişti. İstanbul'a gelen Batılı gezginleri hayrete
düşüren
iki şey vardı: Birincisi, sokaklarda çok miktarda
köpek
bulunmasıydı, diğeri ise sokakta çok az insan
görülmesi.
İstanbullu
merhametliydi. Büyük binaların dış yüzlerine
taştan
kuş yuvaları (kuş köşkleri) yapılırdı. Sokak
köpeklerine
ise, sadece yemek artıkları değil, özel olarak
hazırlanmış
paparalar verilirdi.
*
Yapı Kredi Yayınları.
Köpek
pis (mekruh) kabul edilirdi, eve sokulmazdı. Ama
sokakta
bakılırdı. Işın'a göre bunun nedeni, sokağın kutsal
olmamasıydı;
bu yüzden de köpeklere terk edilebilirdi.
Eğer
bu açıklamanın gerçek payı varsa, kuşaklar boyunca
insanlar,
model alma yoluyla evlerini temiz tutmayı, ama
sokağa
aldırmamayı öğrenmiş olabilirler.
Konuya
ilişkin başka pek çok açıklama yapılabilir.
Örneğin,
bizim bugün şehirlerdeki, piknik yerlerindeki
çöp
atma rahatlığımızın nedenlerinden biri, göçebe
yaşamış
dedelerimizin doğadaki rahatlıkları olabilir.
Onlar,
yayladan göçerken, doğal atıklarını çevrede
bırakabilirlerdi;
doğa bunları özümler, içine sindirebilirdi.
Ancak
bugün, teneke kutuları, naylon poşetleri doğa içine
sindiremiyor.
Belki bu yüzden eski alışkanlıklarımız, yeni
dünyada
sorun yaratıyor.
Bunları
belirtmemin amacı şu: Temiz olma değerine
ortamına
göre uyuyor olmamız, basit bir olay değil, çok
değişkenli
karmaşık bir olaydır. Sokaklara çöp atanları,
köpeklerinin
kakasını kaldırımda bırakanları, "pis,
görgüsüz"
diye adlandırıp işin içinden çıkamayız. Olayı,
daha
derin, daha ayrıntılı düşünmek, yorumlamak
zorundayız.
İkinci Hata: Keyfimize Göre
Davranmak
Yaygın
bir tavır vardır. Canımız sıkılıyorsa, keyfimiz
yoksa,
çevremize ters davranırız, aksilik ederiz. Böyle
davranmak
bize gayet doğal gelir, işyerinde canımız
sıkılmışsa
ev halkına sinirli davranırız, trafikte canımız
sıkılmışsa
işyerinde çevremizdekilere öfkeleniriz.
Kısacası,
herhangi bir nedenden ötürü keyfimiz kaçmışsa,
moralimiz
bozuksa çevremize öfkeli davranırız, zaman
zaman
saygısızlık ederiz. Oysa böyle davranmak zorunda
değiliz.
Keyfimiz var veya yok, çevremizdekilere saygılı
davranabiliriz,
davranmalıyız.
Keyfimiz
olmadığında da çevremizdekilere saygılı
davranabileceğimizi,
Koreliler bize çok şık bir şekilde
gösterdiler.
Bizde
futbol seyircisi için alışılagelmiş davranış şekli
şudur:
Eğer tuttuğunuz takım maçı kazanmışsa seviniriz,
alkışlarız;
kaybetmişse sinirleniriz, alkışlamayız. Oysa
Koreliler,
son Dünya Kupası maçında böyle
davranmadılar.
Üçüncülük
maçında Koreliler Türk Milli Takımına
yenilmişlerdi,
üzgündüler. Ama yine de nezaketi elden
bırakmadılar.
Yenilen takımlarını ve bizim takımımızı
alkışladılar.
Üçüncülük
maçında televizyonu maç biter bitmez açan bir
Türk
izleyici herhalde şöyle derdi: "Tuh, maçı biz
kaybetmişiz,
Koreliler kazanmış. " Niçin böyle derdi?
Çünkü
Koreliler alkışlıyordu. Oysa Koreliler yenildikleri
halde
alkışlıyorlardı. Yenilmişlerdi, üzgündüler, buna
rağmen
alkışlıyorlardı. İşte, bunu belirtmeye çalışıyorum.
Keyfimiz
var veya yok, çevremizdekilere,
karşımızdakilere
saygılı davranabiliriz. Koreliler gibi.
Dünya
Kupasında üçüncülük maçını anlatan TRT spikeri,
o
güzel Türkçe'si ve her zamanki nezaketiyle şöyle
diyordu:
"Sevgili
izleyiciler, inanmayacaksınız ama, maçın
bitimine
bir dakika var ve bir tek Koreli stadyumu terk
etmedi."
Maç
bitti, Koreliler yenildi. Spiker arkadaşımızın hayreti
daha
da arttı. Çünkü, bir tek Koreli bile stadyumu terk
etmemişti
ve üstelik tüm izleyiciler her iki takımı birden
alkışlıyorlardı.
Ve dahası tribünlerde iki bayrak belirdi.
Türk
bayrağı daha büyüktü, Kore bayrağı daha ufak. (Bu
da
ev sahibi nezaketi olsa gerek.)
Stadyuma
gidip futbol maçı izlemem ama bildiğim
kadarıyla
bizde böyle şey olmaz. İki taraftan birinin
kaybettiği
anlaşılınca, kaybeden takımın taraftarları, daha
maç
bitmeden stadyumu terk etmeye başlar. Bu arada
oturulan
plastik koltuklan kıranlar da olur. Bu, doğal kabul
edilebilecek
bir davranış değildir. Evde, maçta, işyerinde,
bizim
keyfimiz yok diye başkalarının da keyfini
kaçırmamız
şart değildir.
Keyfimiz
var veya yok, çevrimizdekilere saygılı
davranabiliriz,
davranmalıyız.
Üçüncü Hata: Karşımızdaki Kişiye
Göre Değerlere Uymak
Bazı
değerlere uyup uymama konusunda ölçütümüz,
karşımızdaki
kişidir. Örneğin fiziksel açıdan ve statü
açısından
bizden güçlü kişilere saygılı davranırız. Güçlü
bulmadığımız
kişiler karşısında ise saygılı davranmayız,
davranışlarımızı
kontrol etme ihtiyacı duymayız. Oysa,
renkleri,
cinsiyetleri, yaşları, statüleri ne olursa olsun, tüm
insanların
onurlan eşittir. Bu yüzden ayırım gözetmeden
hepsine
saygılı davranmalıyız.
İnsanların
Onurları Eşittir
İnsanoğlu
bilmiyor, bilmediğini de bilmiyor. İşte bu beni
üzüyor.
Sokakta herhangi birilerini durdurup "İnsanlara
saygılı
mısınız?" diye sorarsanız, hemen hepsi "Evet" der.
Ama
bu evetçilerin birisi amirdir, hata yapan elemanını
azarlar;
birisi öğretmendir, ödevini yapmayan öğrenciye
bağırır;
diğeri hekimdir, köylüye "sen" der, şehirliye "siz";
bir
diğeri polistir, hırsıza hakaret eder. Her ne kadar insana
saygılı
olduklarını iddia etseler de, bu amir, bu öğretmen,
bu
hekim, bu polis insana saygılı değildir. Çünkü:
Kişiyi
ve hatalı davranışını ayırmak zorundasınız. Hatalı
davranışını
eleştirebilirsiniz, hatta hatalı davranışından
ötürü
bir yaptırım (müeyyide) uygulayabilirsiniz; fakat
kişiyi
topyekûn eleştirmeye hakkınız yoktur. Kişiyi
topyekûn
eleştirmek insana saygısızlıktır, insan onurunu
umursamazlıktır.
Bir
profesörün onuru bir çöpçünün onuruna eşittir; bir
kapıcının
onuru, bir genel müdürün onuruna, hekimin
onuru
hastanın, hastabakıcının onuruna eşittir ve bir
müfettişin
onuru, bir hırsızın onuruna eşittir.
İster
bir varsayım deyin, ister bir dogma, tüm insanların
onurları
eşittir bu dünyada. İnsanların bilgileri, yetkileri,
statüleri,
güçleri farklı farklı olabilir; ancak onurları eşittir.
Hiçbir
insan, renginden, cinsiyetinden, inançlarından veya
hatalı
bir davranışından ötürü aşağılanmamalıdır.
Bir
hırsızın, diyelim ki on davranışı var. Dokuzu iyi, ama
onuncu
davranışı kötü, hırsızlık yapıyor. Bu onuncu
davranış
için onu tutuklayabilir, yaptırım
uygulayabilirsiniz.
Ama onu topyekûn suçlamaya,
içinizden
geldiği gibi aşağılamaya hakkınız yoktur.
Tutukluların,
mahkumların hakları vardır; haklarını
çiğnerseniz
siz de suç işlemiş olursunuz. Bir ülkenin
yasalarına
göre bir kişiyi idam edeceksiniz diyelim. Bu
mahkumu
idamdan önce aç bırakmaya veya ona küfür
etmeye
hakkınız yoktur. O mahkumun onuru, hapishane
müdürünün
onuruna eşittir; benim onuruma da eşittir.
Benim
onurum, bir çöpçünün onuruna eşittir. İkimizin
bilgisi,
yetkisi, statüsü farklıdır. O çöpçü, benim
fakülteme
gelip ders anlatma yetkisine sahip değildir; ben
de
sokaktaki çöp bidonunun yerini değiştirme yetkisine
sahip
değilim. O çöpçü evinin kralıdır. Köyüne gitse,
kuyruk
olup elini öperler. Ben kendimi ondan üstün
göremem.
Benim
onurum, tuvalet temizleyen bir hanımın onuruna
eşittir.
O hanım, evine geç gitse, kızı kapıya çıkıp "Anne
geç
kaldın" diye yanaklarından öpüyor. Benim kızımın,
eşimin
yanağını öpmesi, o kızın annesinin yanağını
öpmesi
veya hırsızlıktan hüküm giymiş bir kadı-nın
kızının
onun iki yanağından öpmesi aynı şeydir; aralarında
hiçbir
farklılık yoktur. Tüm insanların onurları eşittir.
Kızılderili'nin
ifadesiyle "Mitaku Oyasın" (Hepimiz
-hayvanlar
ve bitkiler dahil- kardeşiz).
Eğer
bir mahkumun hatalı davranışı varsa onu eğitmeli,
ıslah
etmelisiniz. (Gelecekte mahkumlar tedavi
edileceklerdir.)
Ben, eğitilebilecek, tedavi edilebilecek bir
insandan
daha onurlu olduğumu nasıl düşünebilirim? Biz
bugün,
mahkumları tedavi edemediğimiz, eğitemediğimiz
için,
arada bir af çıkarıyoruz. Hiç hastanelerde af
çıkarıldığını,
hastaların sevabına erken taburcu
edildiklerini
duydunuz mu?
İnsanlar,
onurlarının eşit olduğunu düşünmek istemiyorlar.
Kendilerini
başkalarından üstün görüyorlar. Bir yönetici,
bir
müfettiş, başlangıçta iyi niyetle, işini hakkıyla
yapabilmek
amacıyla, iş ilişkisi içinde bulunduğu kişilere
mesafeli
durmaya başlıyor. Giderek bu mesafeli duruş,
kendini
üstün görmeye dönüşebiliyor. Bu kişiler, hem
mesafeden
hem de hiyerarşideki konumlarından ötürü,
kendilerini
her açıdan, bu arada onur açısından da
ötekilerden
üstün görmeye başlıyorlar. Bu durum,
ötekilerden
daha fazla uzaklaşmalarına yol açıyor.
Sonuçta,
kendi yalnızlıkları artıyor, ötekileri mutsuz
ediyorlar
ve iş zarar görüyor.
Bir
profesör sözlü sınavda cüppesini giyip, "adayı
yakından
tanıyor" demesinler, laf gelmesin diye,
başlangıçta
soğuk, giderek yukarıdan bakan bir ifade
takınıp
bir engizisyon yargıcının yüz ifadesiyle, adayla
hiçbir
insani ilişki kurmadan mekanik bir sınav da
yapabilir;
ya da gülümseyerek selam verme, hatır sorma
gibi
adayla insani ilişkiler kurduktan sonra, ilişkiyi ve işi
ayırt
ederek, ilişkide eşitlikçi, insan onuruna saygılı, işte
ise
objektif bir tavır takınabilir.
Bir
müfettiş, başlangıçta işini iyi yapabilmek amacıyla
ciddi
davranıp giderek üstatlarının abartısına kapılarak
kendini
Olimpos'tan inmiş Zeus gibi hissetmeye ve teftiş
heyeti
başkanından başka dünyada kimseye saygı
duymamaya
da başlayabilir; ya da ilişkiyi ve işi ayırt edip
tüm
insanlara saygılı ama işinde objektif olabilir.
Kendilerini
herkesten üstün görenler, kendi onurlarına
onulmaz
biçimde hayran olanlar, insan ilişkileri
konusunda
kendilerini eğitimle geliştirebileceklerine
inanmayanlar,
bana Küçük Ağaç'taki hindiyi
hatırlatıyorlar.
İlginç
bir roman olan "Küçük Ağacın Eğitimi"*nde
Kızılderili
dede ve nine ile Küçük Ağaç adlı çocuk
arasındaki
ilişki anlatılmaktadır.
Küçük
Ağacın dedesi, giderek derinleşen, üstü dallara
örtülü,
hindinin boynundan alçak bir tünel kazar, tüneli
derin
bir çukura bağlar. Toprağın yüzeyinden tünelin içine
doğru
mısır taneleri serpiştirir. Yaban hindisi başını eğip
taneleri
yiye yiye tüneli geçer, çukura girer. Başını
kaldırır,
çukurun üstü açıktır ama çukur derindir. Tek bir
çıkış
yolu vardır, başını eğip tünelden gerisin geriye
gitmek.
Ancak hindi başını eğmeyi akıl edemediği için
çukurdan
çıkamamaktadır.
Küçük
Ağaç dedesine, "Dede, hindi niçin kafasını eğip
tünelden
dışarı çıkmıyor?" diye sorar. Dedesi 'Yavrum,
hindi
kendini herkesten üstün gördüğü için, öğrenebileceği
yeni
bir şeyler bulunduğuna inanmadığı için, alçak
gönüllülük
gösterip başını eğemediği için girdiği çukurdan
çıkamıyor"
der.
Çukurlar
içinde kalakalma tehlikesi hepimiz için vardır.
Ama
eğer tüm insanların onurlarının eşit olduğuna
inanırsak
bu tehlike bizden uzaklaşır. Daha onurlu bir
insan
olmaya çalışmak yerine, daha bilgili, daha etkili,
daha
iyimser, daha sevecen olmaya çalışmak, daha
akıllıca
olsa gerek. Anadolu'da "Boş başak dik durur"
derler.
*
Küçük Ağacın Eğitimi, Forrest Carter, Say Yayınları, 2003
Dolu
ve alçakgönüllü bir başak olduğumuzda, yaşam
kalitemiz
artacaktır.
Boş başak dik durur.
Ekmek
mi İnsan mı?
Hangisi
daha fazla saygı görüyor; ekmek mi, insan mı?
Gözlenen
o ki, ekmek daha fazla saygı görüyor
ülkemizde.
Yukarıda değerlere uyma konusunda üç tür
-kanıksadığımız-
hata sergilediğimizi belirttik. Bazı
değerler
söz konusu olduğunda bu hataları yapmayız.
Ekmeğe
yönelik olarak da söz konusu hataların
sergilendiğini
hemen hiç görmeyiz.
Hangi
ortamda olursa olsun -evde veya sokakta- ekmeğe
saygı
gösteririz. Yerdeyse basmayız, üstünden atlamayız;
kaldırıp
kenara, yüksekçe bir yere koyarız; hatta öperiz
ekmeği.
Ekmeğe gösterdiğimiz saygı, ekmeğin
büyüklüğünden
ve niteliğinden bağımsızdır. Yerdeki
ekmeği
kaldırma konusunda, büyük--küçük veya buğdayarpa
ayırımı
yapmayız. Keyfimiz olsa da olmasa da
yerdeki
ekmeğe basmayız.
İnsanlara,
sokaklara karşı sergilediğimiz üç temel halayı
ekmeğe
karşı sergilemeyiz. Kısacası ekmeğe çok
saygılıyızdır.
Ekmeğe gösterdiğimiz saygıyı birbirimize
göstersek
çok daha huzurlu yaşarız.
Ekmeğe
niçin saygı gösteririz? Çünkü nimettir. İyi de
eşlerimiz,
çocuklarımız nimet değil mi? Öğrencilerimiz,
çıraklarımız,
komşularımız nimet değil mi?
Ekmeğe gösterdiğimiz saygıyı
birbirimize göstersek,
ne güzel olurdu.
Ben
ülkemde yerdeki ekmeğe tekme atıldığını hiç
görmedim.
Ama yerdeki insana tekme atıldığını çok
gördüm.
Yerdeki ekmeklere gösterdiğimiz saygıyı
birbirimize
de göstereceğimiz günlerin gelmesini
diliyorum.
(Sanırım o günler yakındır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder