Rekalm

21 Aralık 2013 Cumartesi

9 DEĞERLERE UYMADA ÜÇ HATA


9
DEĞERLERE UYMADA
ÜÇ HATA
Değerler
Toplumsal değerler insan yaşamının önemli bir yanını
oluşturur. Bir değer, belirli bir insan davranışının veya
yaşam amacının, bir diğerinden daha üstün olduğu
yönündeki tutarlı ve derin inançtır. Değerler, toplumdan
topluma ve zaman içinde değişir. Toplumlar, değerleri
doğrultusunda bazı davranışların sergilenmesini takdirle
karşılar. Örneğin, sadakat, sevgi, cesaret, dostluk,
temizlik, saygı, dürüstlük, nezaket ve benzerleri, önem
verilen toplumsal değerlerdir.
Değerler toplum için değerlidir; değerlere uygun davranan
insanlar da toplumun gözünde değerlidir.
Değerlere Uymada Üç Hata
Sokakta herhangi bir insana, toplumun değerlerine önem
verip vermediğini sorarsanız, hiç duraksamadan önem
verdiğini söyler. Hepimiz değerlere teorik olarak çok
önem veririz. Ama pratikte sürekli olarak değerleri
çiğneriz.
Değerlere uymada, kanıksamış olduğumuz, üç temel hata
vardır:
1. Ortamına göre değerlere uyarız;
2. Keyfimizin/moralimizin iyi olup olmamasına göre
değerlere uyarız;
3. Karşımızdaki kişiye göre değerlere uyarız. Şimdi bu üç
hatayı açıklamaya çalışalım.
Birinci Hata: Ortama Göre Değerlere
Uymak
Bazı toplumsal değerlere bazı ortamlarda uyar, bazı
ortamlarda uymayız. Örneğin trafik polisinin yanındaki
kırmızı ışıkta dururuz, polis yoksa aynı kırmızıda
durmayız. Bu, değerlere uyma konusundaki birinci
hatadır. Bu tür hatalar, değerleri içselleştirmediğimiz için
ortaya çıkar. Bir değeri gerçekten benimseyenler, her
ortamda, her durumda o değere uygun davranırlar.
"Temizlik" değerlerimizden birisi olarak kabul edilebilir.
Bu değere, ne yazık ki toplumun en azından bir bölümü
ortamına göre uyuyor. Örneğin, hiç kimse evindeki halıya,
koridora tükürmez, sigarasının izmaritini atmaz. Ama
sokağa tüküren, sigarasının izmaritini atan c, ok kişi
görüyorum. Ortama göre davranıyoruz.
Avrupa ülkelerine giden vatandaşım, kaldırıma
tükürmüyor, piknik yaptığında çöpünü çime atmıyor. Ama
Kapıkule'yi geçince farklı davranıyor. "Niçin orada çöp
atmıyorsun da burada atıyorsun?" desem, büyük ihtimalle
şöyle diyecek bana; "Ama burada herkes atıyor. Bu
cümleyi, birtakım değerlere ortamına göre uyduğumuz
zaman, kendimizi savunmak için kullanıyoruz: "Ama
burada herkes yapıyor."
Ve maalesef liste uzuyor: Vergi kaçıran, "Ama herkes
kaçırıyor" diyor. Trafik kurallarını çiğneyen, "Ama
kurallara kimse uymuyor, ben niçin uyayım" diyor.
Belirli bir değere niçin uymadığımızı açıklamaya
çalışırken "Ama... " diye başlayan mazeret cümleleri
kurduğumuz zaman, bu tavrımız, söz konusu değeri
yürekten benimsemediğimiz anlamına gelir. Bir değeri
yürekten benimseyen kişi, o değere ortamına göre uymaz,
başkalarına bakarak uymaz, ne olursa olsun uyar.
Ben, Batı ülkelerinde yere çöp atmıyorum; ben ülkemde
de yere çöp atmıyorum. Ben temiz bir sokağa çöp
atmıyorum; ben, başkaları tarafından çöp atılmış pis sokaklara
da çöp atmıyorum. O pis sokak, belki yere çöp
atılmasını hak ediyor, ama ben oraya çöp atmayı hak
etmiyorum.
Pis bir sokak, üzerine yeni çöpler atılmasını hak ediyor
olabilir.
Ama ben o sokağa çöp atmayı hak etmiyorum.
Eğer, bir toplumsal değeri yürekten benimsemişsek,
içselleştirmişsek, başkalarının ne yaptığına bakmadan,
ortama göre davranmadan uyarız o değere.
Bunca yıldır, evindeki halıya asla tükürmeyen bir insanın
nasıl olup da sokağa rahatlıkla tükürdüğünü anlamakta
güçlük çekmişimdir. "Bunun mantıklı bir açıklaması
olması gerekir" diye düşünmüşümdür. Yıllardır
beklediğim açıklamaya Ekrem Işın'ın "İstanbul'da
Gündelik Hayat"* adlı kitabında rastladım. Işın'ın bu
konudaki açıklaması, iddiası, geçmişe yönelik, ispatı zor
bir hipotez. Ama ilginç. Şöyle:
Eski İstanbul'da üç tane kutsal mekan vardı: Cami, çarşı,
ev. İnsanlar sokakta fazla dolaşmazlardı; gezmek amacıyla
sokağa çıkmazlardı. Bu üç kutsal alandan birinden
diğerine gidebilmek için sokaklardan geçerlerdi. Evlerin
dışarıya bakan pencereleri sınırlıydı; pencereler, "hayat"
adı verilen, kapalı iç mekana açılırdı. Özellikle kadınların
hayatı hayatta geçerdi. Yoğurtçu, sütçü kapıya gelirdi. Ev
kutsaldı.
Bu yaşam tarzı içinde, sokaklar kutsal değildi, köpeklere
terk edilmişti. İstanbul'a gelen Batılı gezginleri hayrete
düşüren iki şey vardı: Birincisi, sokaklarda çok miktarda
köpek bulunmasıydı, diğeri ise sokakta çok az insan
görülmesi.
İstanbullu merhametliydi. Büyük binaların dış yüzlerine
taştan kuş yuvaları (kuş köşkleri) yapılırdı. Sokak
köpeklerine ise, sadece yemek artıkları değil, özel olarak
hazırlanmış paparalar verilirdi.
* Yapı Kredi Yayınları.
Köpek pis (mekruh) kabul edilirdi, eve sokulmazdı. Ama
sokakta bakılırdı. Işın'a göre bunun nedeni, sokağın kutsal
olmamasıydı; bu yüzden de köpeklere terk edilebilirdi.
Eğer bu açıklamanın gerçek payı varsa, kuşaklar boyunca
insanlar, model alma yoluyla evlerini temiz tutmayı, ama
sokağa aldırmamayı öğrenmiş olabilirler.
Konuya ilişkin başka pek çok açıklama yapılabilir.
Örneğin, bizim bugün şehirlerdeki, piknik yerlerindeki
çöp atma rahatlığımızın nedenlerinden biri, göçebe
yaşamış dedelerimizin doğadaki rahatlıkları olabilir.
Onlar, yayladan göçerken, doğal atıklarını çevrede
bırakabilirlerdi; doğa bunları özümler, içine sindirebilirdi.
Ancak bugün, teneke kutuları, naylon poşetleri doğa içine
sindiremiyor. Belki bu yüzden eski alışkanlıklarımız, yeni
dünyada sorun yaratıyor.
Bunları belirtmemin amacı şu: Temiz olma değerine
ortamına göre uyuyor olmamız, basit bir olay değil, çok
değişkenli karmaşık bir olaydır. Sokaklara çöp atanları,
köpeklerinin kakasını kaldırımda bırakanları, "pis,
görgüsüz" diye adlandırıp işin içinden çıkamayız. Olayı,
daha derin, daha ayrıntılı düşünmek, yorumlamak
zorundayız.
İkinci Hata: Keyfimize Göre
Davranmak
Yaygın bir tavır vardır. Canımız sıkılıyorsa, keyfimiz
yoksa, çevremize ters davranırız, aksilik ederiz. Böyle
davranmak bize gayet doğal gelir, işyerinde canımız
sıkılmışsa ev halkına sinirli davranırız, trafikte canımız
sıkılmışsa işyerinde çevremizdekilere öfkeleniriz.
Kısacası, herhangi bir nedenden ötürü keyfimiz kaçmışsa,
moralimiz bozuksa çevremize öfkeli davranırız, zaman
zaman saygısızlık ederiz. Oysa böyle davranmak zorunda
değiliz. Keyfimiz var veya yok, çevremizdekilere saygılı
davranabiliriz, davranmalıyız.
Keyfimiz olmadığında da çevremizdekilere saygılı
davranabileceğimizi, Koreliler bize çok şık bir şekilde
gösterdiler.
Bizde futbol seyircisi için alışılagelmiş davranış şekli
şudur: Eğer tuttuğunuz takım maçı kazanmışsa seviniriz,
alkışlarız; kaybetmişse sinirleniriz, alkışlamayız. Oysa
Koreliler, son Dünya Kupası maçında böyle
davranmadılar.
Üçüncülük maçında Koreliler Türk Milli Takımına
yenilmişlerdi, üzgündüler. Ama yine de nezaketi elden
bırakmadılar. Yenilen takımlarını ve bizim takımımızı
alkışladılar.
Üçüncülük maçında televizyonu maç biter bitmez açan bir
Türk izleyici herhalde şöyle derdi: "Tuh, maçı biz
kaybetmişiz, Koreliler kazanmış. " Niçin böyle derdi?
Çünkü Koreliler alkışlıyordu. Oysa Koreliler yenildikleri
halde alkışlıyorlardı. Yenilmişlerdi, üzgündüler, buna
rağmen alkışlıyorlardı. İşte, bunu belirtmeye çalışıyorum.
Keyfimiz var veya yok, çevremizdekilere,
karşımızdakilere saygılı davranabiliriz. Koreliler gibi.
Dünya Kupasında üçüncülük maçını anlatan TRT spikeri,
o güzel Türkçe'si ve her zamanki nezaketiyle şöyle
diyordu:
"Sevgili izleyiciler, inanmayacaksınız ama, maçın
bitimine bir dakika var ve bir tek Koreli stadyumu terk
etmedi."
Maç bitti, Koreliler yenildi. Spiker arkadaşımızın hayreti
daha da arttı. Çünkü, bir tek Koreli bile stadyumu terk
etmemişti ve üstelik tüm izleyiciler her iki takımı birden
alkışlıyorlardı. Ve dahası tribünlerde iki bayrak belirdi.
Türk bayrağı daha büyüktü, Kore bayrağı daha ufak. (Bu
da ev sahibi nezaketi olsa gerek.)
Stadyuma gidip futbol maçı izlemem ama bildiğim
kadarıyla bizde böyle şey olmaz. İki taraftan birinin
kaybettiği anlaşılınca, kaybeden takımın taraftarları, daha
maç bitmeden stadyumu terk etmeye başlar. Bu arada
oturulan plastik koltuklan kıranlar da olur. Bu, doğal kabul
edilebilecek bir davranış değildir. Evde, maçta, işyerinde,
bizim keyfimiz yok diye başkalarının da keyfini
kaçırmamız şart değildir.
Keyfimiz var veya yok, çevrimizdekilere saygılı
davranabiliriz, davranmalıyız.
Üçüncü Hata: Karşımızdaki Kişiye
Göre Değerlere Uymak
Bazı değerlere uyup uymama konusunda ölçütümüz,
karşımızdaki kişidir. Örneğin fiziksel açıdan ve statü
açısından bizden güçlü kişilere saygılı davranırız. Güçlü
bulmadığımız kişiler karşısında ise saygılı davranmayız,
davranışlarımızı kontrol etme ihtiyacı duymayız. Oysa,
renkleri, cinsiyetleri, yaşları, statüleri ne olursa olsun, tüm
insanların onurlan eşittir. Bu yüzden ayırım gözetmeden
hepsine saygılı davranmalıyız.
İnsanların Onurları Eşittir
İnsanoğlu bilmiyor, bilmediğini de bilmiyor. İşte bu beni
üzüyor. Sokakta herhangi birilerini durdurup "İnsanlara
saygılı mısınız?" diye sorarsanız, hemen hepsi "Evet" der.
Ama bu evetçilerin birisi amirdir, hata yapan elemanını
azarlar; birisi öğretmendir, ödevini yapmayan öğrenciye
bağırır; diğeri hekimdir, köylüye "sen" der, şehirliye "siz";
bir diğeri polistir, hırsıza hakaret eder. Her ne kadar insana
saygılı olduklarını iddia etseler de, bu amir, bu öğretmen,
bu hekim, bu polis insana saygılı değildir. Çünkü:
Kişiyi ve hatalı davranışını ayırmak zorundasınız. Hatalı
davranışını eleştirebilirsiniz, hatta hatalı davranışından
ötürü bir yaptırım (müeyyide) uygulayabilirsiniz; fakat
kişiyi topyekûn eleştirmeye hakkınız yoktur. Kişiyi
topyekûn eleştirmek insana saygısızlıktır, insan onurunu
umursamazlıktır.
Bir profesörün onuru bir çöpçünün onuruna eşittir; bir
kapıcının onuru, bir genel müdürün onuruna, hekimin
onuru hastanın, hastabakıcının onuruna eşittir ve bir
müfettişin onuru, bir hırsızın onuruna eşittir.
İster bir varsayım deyin, ister bir dogma, tüm insanların
onurları eşittir bu dünyada. İnsanların bilgileri, yetkileri,
statüleri, güçleri farklı farklı olabilir; ancak onurları eşittir.
Hiçbir insan, renginden, cinsiyetinden, inançlarından veya
hatalı bir davranışından ötürü aşağılanmamalıdır.
Bir hırsızın, diyelim ki on davranışı var. Dokuzu iyi, ama
onuncu davranışı kötü, hırsızlık yapıyor. Bu onuncu
davranış için onu tutuklayabilir, yaptırım
uygulayabilirsiniz. Ama onu topyekûn suçlamaya,
içinizden geldiği gibi aşağılamaya hakkınız yoktur.
Tutukluların, mahkumların hakları vardır; haklarını
çiğnerseniz siz de suç işlemiş olursunuz. Bir ülkenin
yasalarına göre bir kişiyi idam edeceksiniz diyelim. Bu
mahkumu idamdan önce aç bırakmaya veya ona küfür
etmeye hakkınız yoktur. O mahkumun onuru, hapishane
müdürünün onuruna eşittir; benim onuruma da eşittir.
Benim onurum, bir çöpçünün onuruna eşittir. İkimizin
bilgisi, yetkisi, statüsü farklıdır. O çöpçü, benim
fakülteme gelip ders anlatma yetkisine sahip değildir; ben
de sokaktaki çöp bidonunun yerini değiştirme yetkisine
sahip değilim. O çöpçü evinin kralıdır. Köyüne gitse,
kuyruk olup elini öperler. Ben kendimi ondan üstün
göremem.
Benim onurum, tuvalet temizleyen bir hanımın onuruna
eşittir. O hanım, evine geç gitse, kızı kapıya çıkıp "Anne
geç kaldın" diye yanaklarından öpüyor. Benim kızımın,
eşimin yanağını öpmesi, o kızın annesinin yanağını
öpmesi veya hırsızlıktan hüküm giymiş bir kadı-nın
kızının onun iki yanağından öpmesi aynı şeydir; aralarında
hiçbir farklılık yoktur. Tüm insanların onurları eşittir.
Kızılderili'nin ifadesiyle "Mitaku Oyasın" (Hepimiz
-hayvanlar ve bitkiler dahil- kardeşiz).
Eğer bir mahkumun hatalı davranışı varsa onu eğitmeli,
ıslah etmelisiniz. (Gelecekte mahkumlar tedavi
edileceklerdir.) Ben, eğitilebilecek, tedavi edilebilecek bir
insandan daha onurlu olduğumu nasıl düşünebilirim? Biz
bugün, mahkumları tedavi edemediğimiz, eğitemediğimiz
için, arada bir af çıkarıyoruz. Hiç hastanelerde af
çıkarıldığını, hastaların sevabına erken taburcu
edildiklerini duydunuz mu?
İnsanlar, onurlarının eşit olduğunu düşünmek istemiyorlar.
Kendilerini başkalarından üstün görüyorlar. Bir yönetici,
bir müfettiş, başlangıçta iyi niyetle, işini hakkıyla
yapabilmek amacıyla, iş ilişkisi içinde bulunduğu kişilere
mesafeli durmaya başlıyor. Giderek bu mesafeli duruş,
kendini üstün görmeye dönüşebiliyor. Bu kişiler, hem
mesafeden hem de hiyerarşideki konumlarından ötürü,
kendilerini her açıdan, bu arada onur açısından da
ötekilerden üstün görmeye başlıyorlar. Bu durum,
ötekilerden daha fazla uzaklaşmalarına yol açıyor.
Sonuçta, kendi yalnızlıkları artıyor, ötekileri mutsuz
ediyorlar ve iş zarar görüyor.
Bir profesör sözlü sınavda cüppesini giyip, "adayı
yakından tanıyor" demesinler, laf gelmesin diye,
başlangıçta soğuk, giderek yukarıdan bakan bir ifade
takınıp bir engizisyon yargıcının yüz ifadesiyle, adayla
hiçbir insani ilişki kurmadan mekanik bir sınav da
yapabilir; ya da gülümseyerek selam verme, hatır sorma
gibi adayla insani ilişkiler kurduktan sonra, ilişkiyi ve işi
ayırt ederek, ilişkide eşitlikçi, insan onuruna saygılı, işte
ise objektif bir tavır takınabilir.
Bir müfettiş, başlangıçta işini iyi yapabilmek amacıyla
ciddi davranıp giderek üstatlarının abartısına kapılarak
kendini Olimpos'tan inmiş Zeus gibi hissetmeye ve teftiş
heyeti başkanından başka dünyada kimseye saygı
duymamaya da başlayabilir; ya da ilişkiyi ve işi ayırt edip
tüm insanlara saygılı ama işinde objektif olabilir.
Kendilerini herkesten üstün görenler, kendi onurlarına
onulmaz biçimde hayran olanlar, insan ilişkileri
konusunda kendilerini eğitimle geliştirebileceklerine
inanmayanlar, bana Küçük Ağaç'taki hindiyi
hatırlatıyorlar.
İlginç bir roman olan "Küçük Ağacın Eğitimi"*nde
Kızılderili dede ve nine ile Küçük Ağaç adlı çocuk
arasındaki ilişki anlatılmaktadır.
Küçük Ağacın dedesi, giderek derinleşen, üstü dallara
örtülü, hindinin boynundan alçak bir tünel kazar, tüneli
derin bir çukura bağlar. Toprağın yüzeyinden tünelin içine
doğru mısır taneleri serpiştirir. Yaban hindisi başını eğip
taneleri yiye yiye tüneli geçer, çukura girer. Başını
kaldırır, çukurun üstü açıktır ama çukur derindir. Tek bir
çıkış yolu vardır, başını eğip tünelden gerisin geriye
gitmek. Ancak hindi başını eğmeyi akıl edemediği için
çukurdan çıkamamaktadır.
Küçük Ağaç dedesine, "Dede, hindi niçin kafasını eğip
tünelden dışarı çıkmıyor?" diye sorar. Dedesi 'Yavrum,
hindi kendini herkesten üstün gördüğü için, öğrenebileceği
yeni bir şeyler bulunduğuna inanmadığı için, alçak
gönüllülük gösterip başını eğemediği için girdiği çukurdan
çıkamıyor" der.
Çukurlar içinde kalakalma tehlikesi hepimiz için vardır.
Ama eğer tüm insanların onurlarının eşit olduğuna
inanırsak bu tehlike bizden uzaklaşır. Daha onurlu bir
insan olmaya çalışmak yerine, daha bilgili, daha etkili,
daha iyimser, daha sevecen olmaya çalışmak, daha
akıllıca olsa gerek. Anadolu'da "Boş başak dik durur"
derler.
* Küçük Ağacın Eğitimi, Forrest Carter, Say Yayınları, 2003
Dolu ve alçakgönüllü bir başak olduğumuzda, yaşam
kalitemiz artacaktır.
Boş başak dik durur.
Ekmek mi İnsan mı?
Hangisi daha fazla saygı görüyor; ekmek mi, insan mı?
Gözlenen o ki, ekmek daha fazla saygı görüyor
ülkemizde. Yukarıda değerlere uyma konusunda üç tür
-kanıksadığımız- hata sergilediğimizi belirttik. Bazı
değerler söz konusu olduğunda bu hataları yapmayız.
Ekmeğe yönelik olarak da söz konusu hataların
sergilendiğini hemen hiç görmeyiz.
Hangi ortamda olursa olsun -evde veya sokakta- ekmeğe
saygı gösteririz. Yerdeyse basmayız, üstünden atlamayız;
kaldırıp kenara, yüksekçe bir yere koyarız; hatta öperiz
ekmeği. Ekmeğe gösterdiğimiz saygı, ekmeğin
büyüklüğünden ve niteliğinden bağımsızdır. Yerdeki
ekmeği kaldırma konusunda, büyük--küçük veya buğdayarpa
ayırımı yapmayız. Keyfimiz olsa da olmasa da
yerdeki ekmeğe basmayız.
İnsanlara, sokaklara karşı sergilediğimiz üç temel halayı
ekmeğe karşı sergilemeyiz. Kısacası ekmeğe çok
saygılıyızdır. Ekmeğe gösterdiğimiz saygıyı birbirimize
göstersek çok daha huzurlu yaşarız.
Ekmeğe niçin saygı gösteririz? Çünkü nimettir. İyi de
eşlerimiz, çocuklarımız nimet değil mi? Öğrencilerimiz,
çıraklarımız, komşularımız nimet değil mi?
Ekmeğe gösterdiğimiz saygıyı
birbirimize göstersek,
ne güzel olurdu.
Ben ülkemde yerdeki ekmeğe tekme atıldığını hiç
görmedim. Ama yerdeki insana tekme atıldığını çok
gördüm. Yerdeki ekmeklere gösterdiğimiz saygıyı
birbirimize de göstereceğimiz günlerin gelmesini
diliyorum. (Sanırım o günler yakındır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder