Rekalm

21 Aralık 2013 Cumartesi

8 KENDİNİ BİLMEZLİK (ROL TUTSAKLIĞI)


8
KENDİNİ BİLMEZLİK
(ROL TUTSAKLIĞI)
Bir önceki bölümde öteki--bilmezlikten söz ettik. İnsanda
galiba bir de kendini bilmezlik var. Kendini bilmezliğe
"rol tutsaklığı" da diyebiliriz. Kendini bilmezlik, diğer bir
ifadeyle rol tutsaklığı kısaca şu: Rollerimizin büyüsüne
kapılıp kendimizi, ben'imizi geri plana itiyorsak,
rollerimiz olmadan kendimizi tanımlayamıyorsak, rol
tutsaklığı içindeyiz demektir. Rol tutsaklığı, kişinin
rolleriyle övünmesi, kendisine ait rolleri, farkında
olmadan kendinden üstün tutmasıdır. Rollerimizi
kendimizden üstün tuttuğumuz zaman, bir anlamda
rollerimizin altında eziliriz, kendimizi bir kenara atmış
oluruz.
Bu durumu anlatan bir öyküm var. Şöyle kıssadan; hisseli,
hayat ateşinde eskitilmiş cinsten:
KERVANCI
Bir kervan yola çıkmaya hazırlanıyormuş. Sahrada mı desem,
Orta Asya'da mı desem, işte öyle bir yerlerde. Kervanın sahibi,
zenginler zengini Alihan Bey'miş. Alihan Bey telaşla son
hazırlıkları denetliyormuş. En kıymetli kumaşlar, ipekler,
altından, gümüşten, sedeften paha biçilmez kaplar, kaçaklar,
eşyalar, biber birer ve özenle denklere, bohçalara, sandıklara
yerleştirilmiş. Seyisleri, muhafızları ve nice adamları, develeri,
atları hazırmış.
Tam yola çıkılacak, ufak tefek çelimsiz bir adam koşarak
gelmiş. Alihan Bey'e "Benim adım Veli; beni de alın yanınıza"
demiş. Sonra aralarında şu konuşma geçmiş:
Alihan Bey: "Seni de alayım da senin ne hünerin vardır? Silah
kuşanmasını bilir misin, seni muhafız yapalım."
Veli: "Ben silah kullanmayı bilmem."
Alihan Bey: "Seni seyis yapalım; attan deveden anlar mısın?"
Veli: "Vallahi hiç anlamam."
Alihan Bey: "Aşçı yapalım o zaman; yemekten anlar mısın?"
Veli: "Yemek yemeyi severim de, pişirmeyi bilmem. "
Alihan Bey: "Yıldızlardan anlar mısın? Seni mihmandar
yapalım."
Veli: "Karanlık gecelerde sırtüstü yatıp yıldızları seyretmeyi
pek severim de, hangi yıldız hangi yönü gösterir, işte onu
bilemem."
Alihan Bey kızmış: "Kardeşim, hem elinden hiçbir iş gelmez
hem de kervana katılmak istersin; bu nasıl iş?" demiş.
Veli şöyle karşılık vermiş: "Ben, seyis değilim, muhafız
değilim, aşçı değilim, mihmandar değilim; satıcı veya
muhasebeci de değilim. Ben sadece yiyen, içen, konuşan,
düşünen, seyreden, keyif alan bir varlığım. Ekmeğinizi yersem,
karşılığında ufak tefek işler yaparım. Ama büyük hünerler
beklemeyin benden. Kervana alırsanız pişman olmazsınız."
Alihan Bey'in aklı bu işe pek yatmamış. Ama tuhaf bir sezgi
gelmiş içine. Bu adamı alırsam iyi olacak; kalbini kırmayayım,
ha bir eksik ha bir fazla diye düşünmüş. Katmış Veli'yi kervana.
Neyse, lafı uzatmayalım, kervan yola çıkmış. Başlangıçta her
şey yolundaymış ama günler geçtikçe işler değişmiş. Birkaç
kum fırtınasına yakalanmışlar çölde. Ardından bir hastalık
dadanmış hem adamlara hem develere. Bir de eşkıya basmaz
mı kervanı.
Ne yükten eser kalmış, ne maldan haber. Adamlar desen, ya
ölmüşler ya çil yavrusu gibi dağılmışlar dört bir yana.
Çölün sonlarına vardığında, Alihan Bey tek başınaymış. Bütün
adamlarını, mallarını, develerini, atlarını kaybetmiş. Yan baygın
geçirdiği bir gecenin sonunda, bir de gözlerini açmış ki, Veli
yanı başında oturuyor. Bir tek o gitmemiş.
Alihan Bey "Herkes beni terk etti, sen niye gitmedin?" diye
sormuş Veli'ye. Veli "Onların her birinin bir işi vardı; kimi
seyisti, kimi muhafızdı. İş bitti, hepsi gitti. Benim bir işim
yoktu; gitmem de gerekmedi."
Alihan Bey: "Sağol da, ben şimdi ne yapayım? Malım mülküm
gitti; yaşamam gereksiz şimdi."
Veli: "Hâlâ yapabileceğin bir şey var."
Alihan Bey: "Artık yapabileceğim hiçbir şey yok. Develerimi
süremem, mallarımı satamam."
Veli: "Yapabileceğin şeyler var. Bir süre yanımda kal ve bana
bak. Ben senin varlığının, görünürde hiçbir işe yaramayan,
ama aslında senin özünü oluşturan yanını gösteriyorum sana."
Alihan Bey: "Nasıl yani?"
Veli: "Önce şu ağaçlardaki hurmalardan yiyelim ve şu kuyudan
su içelim. Bugüne kadar hep hasta olmamak için, ayakta kalıp
malına mülküne sahip çıkabilmek için yedin. Bugün yalnız
kendin için yiyeceksin. Bugüne kadar ya bir sonraki menzile
kadar ya su bulamazsan diye düşünüp su içtin. Bugün yalnızca
kendin için içeceksin. Ve gece sırtüstü yatıp yıldızları
seyredeceğiz. Sen bugüne kadar, gece yolunu bulabilmek için
baktın yıldızlara. Bu gece yalnızca kendin için bakacaksın
onlara. Bugüne kadar sen, altınlar, sandıklar için yaşadın;
kendini sandıklara kapattın. "
Alihan Bey: "Ben, malım mülküm olmadan hiç işe yaramam."
Veli: "İyi de bu söyleyen, malı mülkü olan Alihan Bey mi, yoksa
sadece Alihan mı? Bütün unvanlarının dışında, konuşan,
düşünen, yiyip içen, dinleyen, seyreden bir sen var senin
içinde. O seni, yani kendini unutma. Kendisi ile sahip oldukları
arasındaki farkı unutan, sahip olduklarını kaybettiğinde,
kendini boşlukta hisseder bu alemde."
Kıssadan hisse:
"Ben" dediğimiz şeyi oluşturan pek çok rol var. "Acıkan,
yiyen--içen ben" vardır; "konuşan, düşünen, algılayan
ben" vardır; bunlar psikolojik rollerimizdir. Bir de sosyal
rollerimiz vardır, mesleki rollerimiz vardır; evlat, anne,
baba, öğrenci, öğretmen, avukat, müdür, alıcı, satıcı...
rollerine bürünürüz.
Sosyal/toplumsal rollerimizi o kadar benimseriz ki,
giderek psikolojik rollerimizi küçümser, hatta unuturuz.
Doktor, mühendis, müdür yanımıza çok önem veririz de,
"yiyen--içen, uyuyan, konuşan, düşünen ben"i küçük bir
şey olarak algılarız. Oysa, psikolojik ve sosyal rollerimiz
bir bütündür ve psikolojik rollerimiz "küçük şey" değildir.
Sıcak bir yaz günü buz gibi bir bardak suyu Doktor Ayşe
Hanım içmez; Ayşe içer. Doktor Ayşe Hanım hastalarına
bakar.
Soğuk bir kış günü, bir bardak tarçınlı salebi Müdür Bey
içmez, Ahmet içer; Müdüre Hanım içmez, Zeynep içer.
Biz günlük yaşamda salebi Ahmet'in değil, Müdür Ahmet
Bey'in içtiğini düşünüyoruz. Müdürlüğü Ahmetlikten daha
fazla önemsiyoruz. Hatalıdır bu tavrımız. Eğer, yiyen,
içen, düşünen, manzarayı seyreden Ahmet olmasaydı,
Müdür Ahmet de olmazdı.
Bir Çinli bilgenin sözü: Doğduğun zaman l'sin, sapsade
bir 1. Zamanla l'in sağına sıfırlar eklersin; diplomaların
olur, unvanların, rollerin, rozetlerin olur, evler, arabalar
alırsın. Bunların her biri bir sıfırdır ama l'in sağına
eklendikçe senin değerin artar. Şu hale gelirsin:
10000000000... 0
Bütün bu sıfırların ne zamana kadar değeri vardır? Sen
hayatta olduğun sürece. Sen öldün, 1 gitti,
0000000000... 0
oldu, sıfırların hiçbir anlamı kalmadı. İşte "1" bizim
psikolojik rollerimizi, 0'lar ise sosyal rollerimizi
sembolize ediyor. Alihan Bey'in bütün 0'ları gitmiştir;
ama l'i hâlâ elindedir; onun değerini bilmelidir.
1 (bir) küçük bir şeydir. Ama sıfırlarınızın başında bu
küçük şey olmasa siz evreni fark edemezdiniz; o 1 olmasa
siz şu an bu kitabı okuyor olmayacaktınız.
Kendini bilmezlik, rol tutsaklığı, varoluşu yaşayamamanın
belki de en temel göstergesi. Varoluşumuzu
yaşayamadığımız zaman sahip olduğumuz toplumsal
rolleri giderek öz varlığımızdan üstün tutmaya başlıyoruz.
Pek çok kişiye "Müdür Bey", karısına da "Müdür Bey'in
Hanımı" denir. Ya da "Savcı Bey, Savcı Bey'in Hanımı".
Kişilerin adları çevre için önemli değildir. İşin kötüsü,
müdür bey de kendisini, giderek yalnızca "Müdür Bey"
olarak algılamaya başlar. Peki, ya müdürlüğü giderse, işte
o zaman felakettir.
Varoluşumuzu yaşayamadığımız zaman sahip
olduğumuz toplumsal rolleri,
giderek öz varlığımızdan
üstün tutmaya başlıyoruz.
Çevremde emekli olan bazı kişilerin büyük sıkıntıya
düştüklerini gözlemişimdir. Kendilerini sadece "müdür,
mühendis, eş, evlat" diye tanımlayanlar, gün gelip de bu
rollerini kaybettiklerinde sudan çıkmış balığa dönüyorlar.
Örneğin emekli olduklarında kendilerini boşlukta
hissediyorlar.
Osmanlıda bir veziri padişah azletmiş. Rütbesini,
tuğlarını, maiyetindeki adamları kaybeden vezir, akşam
konağına tek başına gelmiş. "Böyle hayat olmaz olsun"
demiş, soyunup yatağına yatmış. Dokunmaya cesaret
edememişler. Ertesi gün yorganı açmışlar ki, adamcağız
ölmüş. Oysa o vezir, küçük yaşlardan beri, sahip olduğu
psikolojik rollerin de farkında olarak yetiştirilseydi ölmesi
gerekmezdi. Vezirliği kaybettikten sonra, şimdi hayal bile
edemediğimiz, o günün yemyeşil İstanbul'unun keyfini
sürebilir, geceleri gökyüzünü keyifle seyredebilirdi.
Muhtemelen bütün parası elinden alınmıyordu; iftar
sofralarında sohbetler edebilir, okuyup düşünebilirdi.
O vezir, vezirliğe büyük ihtimalle kırkından sonra erişti.
Peki vezirliği kaybettiğinde yaşayamayan bu vezir vezir
olmadan önce nasıl yaşıyordu? Emekli olur olmaz
hastalanan bazı büyüklerimiz, o mesleğe girmeden önce
nasıl yaşıyorlardı?
Bazı rütbeler/makamlar/roller bir ayrıkotu gibi yaşam
bahçemizi öylesine kaplıyor ki, onlar sökülüp gittiğinde,
artık ekilip biçilemeyen bir bahçe, işe yaramayan bir ömür
kalıyor elimizde.
İşte bunu anlatıyor Alihan Bey'in öyküsü. Alihan Bey'in
malı mülkü önemlidir; sahip olduğu roller önemlidir.
Ancak bütün bu sosyal/mesleki rollerin yanı sıra,
psikolojik rolleri de önemlidir. Yiyen, içen, uyuyan,
konuşan, dinleyen, seyreden Alihan da önemlidir.
Psikolojik rollerimiz, sosyal rollerimizden önceliklidir.
Sosyal rollerimiz olmadan da psikolojik rollerimizle
yaşayabiliriz. Ama psikolojik rollerimiz olmadan
yaşayamayız. Veli, Alihan Bey'in, bu olmazsa olmaz
yanını, psikolojik rollerini sembolize etmektedir.
Hisse: Kendimiz ile sahip olduklarımız arasında ayrım
yapmakta güçlük çekeriz. Oysa her insan, sahip olduğu
eşyaların, unvanların, rollerin dışında, yiyip içen, konuşup
düşünen, seyredip dinleyen bir ben'e sahiptir, içimizdeki
bu sapsade ben'e sahip çıktığımızda, o güne kadar
tatmadığımız bir mutluluğu yakalayabiliriz. Belki o
zaman Aborijinler, bizim de gerçek insan olduğumuzu
söylerler.
Her insan, sahip olduğu eşyaların,
unvanların, rollerin dışında, yiyip içen,
konuşup düşünen, seyredip dinleyen
bir ben'e sahiptir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder