Rekalm

21 Aralık 2013 Cumartesi

10 ÇELİŞKİLERİMİZ, İKİLEMLERİMİZ


10
ÇELİŞKİLERİMİZ,
İKİLEMLERİMİZ
Çelişki, İkilem
Günlük yaşamda çelişki, ikilem, dilemma, paradoks
kavramlarını genelde yanlış kullanıyoruz, birbirinin yerine
kullanıyoruz. Örneğin bazen "Hangisini seçeceğim
konusunda çelişkiye düştüm", bazen de, "İkilem içinde
olduğunun farkında değil" diyoruz. Sanırım böyle
dediğimiz zaman, çelişki ve ikilem kavramlarını birbirine
karıştırmış oluyoruz. Konumuz çelişkilerimiz ve
ikilemlerimiz. Dilemma ve paradoks kavramları için
felsefe sözlüklerine bakılabilir. ("Ben adalıyım; bütün
adalılar yalan söyler" demek bir dilemma sayılabilir. "Bir
okun hareket noktasıyla hedefi arasında sonsuz nokta
vardır; sonsuz noktayı kat etmek ise sonsuz zaman alır; bu
yüzden bir ok hedefine hiçbir zaman ulaşamaz" demek ise
galiba bir paradoksal düşüncedir.) Şimdi çelişki ve ikilem
kavramları arasındaki farka bakalım. Galiba doğrusu şu:
Doğada ya da insan zihninde zıtlıkların birlikte bulunması
bir çelişki sayılabilir. (Bir tezin antitezini içermesi bir
çelişki sayılabilir.) İnsan, sahibi olduğu çelişkili
düşüncelerin genelde farkında değildir, ikilem ise iki
farklı davranıştan hangisine yönelmek gerektiği
konusunda sıkıntı, kararsızlık çekmek demektir. Sahip
olduğumuz çelişkili düşüncelerin, davranışların genelde
farkına varmayız, ikilemde ise farkında olduğumuz bir
kararsızlık söz konusudur.
Bir dostunuzu hem seviyor hem de kızıyorsanız ve bu iki
zıt duyguya/düşünceye birlikte sahip olduğunuzun
farkında değilseniz, bu durumu bir "çelişki" olarak
adlandırmaktan yanayım. Benzer şekilde, belirli bir olay
karşısında üzgün olduğunuz halde sevinmiş gibi
davranıyorsanız ve bu tezadı fark etmiyorsanız, yine
çelişki içinde olduğunuzu düşünebiliriz. Ama eğer bir
arkadaşınızı sevip sevmediğinize bir türlü karar
veremiyorsanız veya iki meslekten hangisini seçeceğinize
karar veremiyorsanız, bir "ikilem" içinde olduğunuz
kanısındayım.
Çoğunlukla alttaki çelişkiler, görünürdeki bir takım
ikilemleri yaratır. Bu durumda, çelişkilerimizi fark
etmekten, ikilemlerimizi ise çözmekten söz edebiliriz.
Çelişkiler ve ikilemler, farkında olduğumuz ve
olmadığımız sıkıntılar yaratır. Çelişkilerimizi fark
ettiğimiz, ikilemlerimizden rahatsız olmadığımız zaman,
stresle baş etmemiz ve gelişmemiz kolaylaşır. Bazen bir
işi hem yapmak istersiniz hem yapmamak istersiniz; hem
çalışmak istersiniz hem çalışmak istemezsiniz. Bu
ikileminizi "can sıkıcı bir saçmalık" olarak adlandırırsanız
sıkıntınız artar. Ama bu ikileminizin yaşamın doğal bir
parçası olduğunu düşünürseniz, onunla uzlaşma/çözme
şansınız artar.
Tamamen çelişkisiz, ikilemsiz olmak pek mümkün değil.
Fazlaca çelişkiye, ikileme sahip olmak ise sorun
yaratabilir, ruh sağlığını bozabilir. Bunlara belirli
miktarda sahip olmak, ancak yerine göre fark etmek,
yerine göre baş etmeyi öğrenmek galiba en sağlıklısı.
İkilemler yaşamın ayrılmaz bir parçası, ikilemlerden
arınmış bir dünya mümkün görünmüyor. İkilemler,
çelişkiler kimi zaman canımızı sıksa da, toplumların,
bireylerin gelişmesi için bazen itici güç oldukları da bir
gerçek.
İkilemler yaşamın ayrılmaz bir parçası.
İkilemlerden arınmış bir dünya
mümkün görünmüyor.
Sadece canlılar, insanlar için değil, belki nesneler dünyası
için de geçerli ikilemler. Aynı anda hem maksimum
karmaşaya hem de minimum enerjili bir duruma ulaşmak
isteyen sistemler, bir uzlaşma noktasına ulaştıklarında
(fiziksel, kimyasal, biyolojik açıdan denge sağlandığında)
gezegenler, yaşamlar ortaya çıkıyor belki.
İkilemler evrenin her köşesinde olabilir (olmayabilir de);
ancak canlılar, özellikle insanlar, ikilemlere girmekten
ötürü acı çekiyorlar. İnsanın görevi, ikilemlerini fark
etmek, bunları yaşamın doğal bir parçası kabul etmek,
çözebileceklerini çözmek, çözemediklerine ise uyum
sağlamak olmalıdır.
Buzun İçinde Ateş Var mı?
Eski Yunan'dan bu yana hemen her şeyin kendi zıd- dını
içinde barındırdığı görüşü var. Bu görüşten hareketle
acaba şöyle düşünebilir miyiz? Buzun içinde ateş vardır.
Nasıl mı? Elinize alacağınız bir buz kalıbı oksijen ve
hidrojen atomlarından oluşmaktadır. Atom çekirdeklerinin
etrafında dönen elektronlar ise yüksek enerjili cisimcikler,
bir anlamda küçük ateşlerdir. Buz, bize göre buzdur.
Ancak, eğer elektronların bilinci olsaydı, her-halde buz
olduklarını düşünmezlerdi.
Bu düşünceden harekede, dalındaki bir yaprağın aslında
alev alev yandığını, ama bizim onu yeşil gördüğümüzü
ileri sürebiliriz. Galiba doğada zıtlıklar iç içe. Eğer
böyleyse, insan zihninde birtakım zıtlıklar bulunması
doğal. O halde zihnimizi veya dış dünyayı çelişkilerden ve
bunların uzantısı olan ikilemlerden arındırmak yerine,
onları fark etmek, onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek
daha doğru olsa gerek. Çelişkiler, ikilemler yaşamın,
yaşamlarımızın önemli bir parçası.
Doğada çelişkiler vardır,
insanın çelişkileri/ikilemleri olması da doğaldır.
Bu yüzden, çelişkisiz, ikilemsiz olmak değil,
onları fark etmek, onlarla uzlaşmak
bir fazilet sayılmalıdır.
İkilemlerde Sıkılmak Bir Tür Çelişki
mi?
İkilemlere düşmekten yakındığımız zaman, farkında
olmadan bir çelişki içine girmiş oluyoruz. Şöyle ki:
İkilemler içinde olmak bizi kısıtlar, "Onu mu seçeyim,
bunu mu seçeyim?" diye sıkıntıya gireriz. Ama aynı
zamanda ikilemlere sahip olmak özgürlük sayılır; çünkü
ikilem var demek, seçenekler var demektir, seçebileceğiz
demektir. Belki de bu yüzden, ikilemler karşısında
bunalırken, bir yandan söylenip bir yandan da sevinmek
gerekir. Sizin için seçilebilecek tek bir mesleğin,
evlenilebilecek tek bir kişinin bulunmasını ister miydiniz?
İkileme girme zahmetinden, seçim yapma sıkıntısından
kurtulurdunuz. Ama sanırım yine de önünüzde seçenekler
olmasını, gerektiğinde ikileme girmeyi tercih ederdiniz.
Çelişkilerimize Birkaç Örnek
Soru 1: Diyelim ki arabanızda veya bir otobüstesiniz.
Trafik tıkandı, bekliyorsunuz, işe geç kaldınız. Kızar
mısınız? Sanırım pek çoğunuz "evet" dersiniz.
Soru 2: Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü
türünden günleri anlamsız, gereksiz buluyor musunuz?
Sanırım pek çok kişi bu soruya da "evet" diyecektir.
Yukarıdaki sorulara "evet" dediğiniz zaman, farkında
olmadan bir çelişki sergilemiş, adeta bindiğiniz dalı
kesmiş olursunuz. Bakınız niçin:
Trafik tıkandığı zaman, tıkayanlara kızıyorsanız, trafiği
tıkayan öğelerden birisi de sizsiniz. Bu yüzden kendinize
de kızmaksınız, ama muhtemelen farkında değilsiniz.
Trafikte "Yahu, her arabada bir ya da iki kişi var; niçin
dört komşu birleşip aynı araçla gitmiyor?" diyen
arkadaşlarım olur bazen. Bunu söylediği sırada arabasında
biz de iki kişiyizdir. Bu çelişkinin farkında değildir.
Trafik niçin tıkanır? Metro yoktur, demiryolu azdır,
karayolları yetersizdir, apartmanların park yeri yoktur...
Bir de şu: Ülkemizde trafikteki araç sayısı hızla
artmaktadır. Araç sayısının artması, bir açıdan, insanların
en azından bir bölümünün parası olduğu anlamına gelir.
Bu arabaları alacak kadar parası olanlar, her halde
paralarının tümünü bir arabaya yatırmazlar. Başka
alanlarda da harcarlar ve /veya israf ederler. Böylece
ekonomi canlanır. Bu canlılık pek çoğumuzun cebine para
olarak girer, ancak farkında değilizdir.
Bankacısınız diyelim; araba alsınlar diye insanlara düşük
faizli kredi verirsiniz. Onlar da bakarlar kredi iyi, arabaları
alırlar. Ondan sonra sizin trafik tıkanıyor diye
sinirlenmeniz bir çelişki mi, değil mi?
Bir zamanlar Bursa'da trafik çok kötüydü. Otomobil
üreticisi bir firmada çalışan bir arkadaşımla birlikte
trafikteydik, çok sinirlendi. Ben de ona "Niye
sinirleniyorsun, bu arabaları siz yapıyorsunuz. Kapatın
firmayı iki yıl, trafik rahatlar" dedim. "Allah saklasın"
diye karşılık verdi. "O zaman sıkılma; trafik tıkandığında
'Çok şükür, önüm arkam, sağım solum müşteri' demelisin"
dedim. Rahatladı mı bilmiyorum ama, sanırım bir
çelişkisini görmek ona ilginç geldi.
Anneler günü, sevgililer günü gibi günlerin temel amacı
ekonomiyi canlandırmak olmalı. Ekonomideki canlanma,
araba satışları gibi hepimizin cebine katkı sağlıyor.
(Ekonomideki canlanmanın getirilen olduğu gibi
götürülen de var belki; büyük bir ihtimalle ekonomideki
canlanma çelişkisini de içinde taşıyor. Ekonomideki buzun
içinde de ateş olabilir. Yaşam göründüğünden daha
karmaşık.) En azından yüzeydeki bu katkıyı fark
etmiyoruz. Çiçekçi, yıl içindeki en büyük ciroyu anneler
gününde yapıyor, parasını götürüp bankaya yatırıyor.
Ondan sonra da hem çiçekçi hem bankacı anneler gününü
gereksiz buluyorlar. (Çiçekçi o gün çiçek satıyor, ancak
bir ihtimal o günü anlamsız bulduğu için annesine çiçek
götürmüyor.) Alttaki durumu bir yana bırakırsak, çiçekçi,
bankacı ve belki de hepimiz, bir çelişki içinde miyiz, değil
miyiz?
Moda
Moda konusunda, insana özgü, insanca bir çelişki
sergileriz. Hem modaya uygun giyinmek isteriz hem de
giydiğimiz başka kimsenin üzerinde olmasın isteriz. Bu
bir ikilemdir. (Gerçi moda tasarımcısı, hem modaya uygun
hem tek olan kıyafetler tasarlayabilir; ama toplumun
çoğunluğu böyle "hem benzeyen hem benzemeyen"
giysiler talep ettiğinde, herkesin bu isteğini karşılamak,
herhalde çok güç olacaktır.)
Kişisel Değerimiz
Kendimizi çok önemser ama beğenmeyiz. Örnek: Düğün--
dernek olur, fotoğrafçı fotoğrafımızı çeker; az sonra basar,
getirir. Elimize fotoğrafımızı alınca genel tavrımız şudur:
Yalnızca ortada gözüken kendimize bakarız ama onu da
beğenmeyiz. "Ay, ne kötü çıkmışım", "Uf, ne biçim
bakmışım" deriz.
Kendimizi çok önemser
ama beğenmeyiz.
Galiba bu tavrımız, kendimizi yeterince
kabullenmemekten kaynaklanıyor. Kendimizi
kabullendiğimizde, kendimizle barışık olduğumuzda,
fotoğraflarımıza daha rahat bakabileceğiz.
Kendimizi kabullenme sıkıntısından doğan önem verme
ama aynı anda beğenmeme tavrımız, kendimize ve
yaşama objektif bakmamızı zorlaştırıyor. Çevremizdeki
insanlarla, yakınlarımızla sorunlar yaşamaya başlıyoruz.
İnsanlar, özellikle gençler, ana babalarını çok önemserler
-önemsemiyor izlenimini verseler de, içten içe çok
önemserler- ama onları kolay kolay beğenmezler, sürekli
eleştirirler. Ana babalarda bulunabilecek en küçük kusur,
gençleri öfkelendirir.
Gurur Duyma/Duymama ve
Babalar
Yaygın ikilemlerimizden biri de babaların davranışlarında
gözleniyor. Babalar kızlarıyla, oğullarıyla gurur
duyuyorlar (herhalde duyuyorlar) ama bunu yeterince açık
ifade etmiyorlar.
Ülkemde nice baba, bir oğlu dünyaya geldiğinde günlerce
gururla dolaşır. Oğlanın daha hiçbir kişisel özelliği belli
değildir, tek belirgin özelliği cinsiyetidir. Ol sun, baba bu
durumdan müthiş gurur duyar, çevresindekilere ne
ısmarlayacağını şaşırır.
Oğlan on beşine gelir, birçok özelliği belirmiştir,
eksilerinin yanı sıra pek çok artısı vardır. Bu durumdan da
babasının gurur duymasını bekleriz; ya duymaz ya da
duyar ama içinde tutar.
Nice baba var, çevredeki gençleri beğenir de bir kendi
oğlunu beğenmez, bir tek kendi oğluyla gurur duymaz.
"Bu oğlan adam olamayacak; bu oğlan benim istediğim
gibi değil, benim istediğim gibi olsun, canımı alsın" der.
("Senin istediğin nedir, yaz bakayım" desem, yazamaz.
Çünkü bu babanın kafasındaki belirsiz bir rol tanımıdır.)
Ben tek çocuktum. Babam beni çok sever, sevgisini de
açıkça ifade ederdi. Ancak, çok beceriksiz bulurdu; bunu
da sık sık söylerdi.
Babam için hayattaki en önemli şey "hayat adamı"
olmaktı. Kendi bakış açısına göre kendisi tam bir hayat
adamıydı. (Gerçekten de öyleydi; çok zor şartlardan
sıyrılıp kendini yetiştirmiş, her durumda pratik çözümler
bulabilen, her ortama uyum sağlayabilen, hayatla barışık
bir insandı.) Benim de bir hayat adamı olmamı isterdi,
ama onun gözünde ben hiç mi hiç hayat adamı değildim.
Ortaokul, lise yıllarımda, çevremizde bulunan yaşıtım
bütün gençler babama göre hayat adamıydı; bir tek ben
değildim. Babam anneme benim için, "Bu çocuğun tabanı
ağır, bir işi iki saatte yapıyor; hayat adamı değil" derdi.
Bugün inanılmaz bir yaşam temposu içindeyim. Babam
beni şimdi görse, herhalde iftihar ederdi.
Burada anlattıklarımı birkaç yıl önce bir toplantıda
anlattım. Bir arkadaşımın on yaşında oğlu varmış, o da
babam gibi oğlunun ağır kanlılığından, yavaşlığından
yakınıyormuş. Babamla ilgili anlattıklarımı dinledikten
sonra bana şunları söyledi: "Baban senin yavaşlığından
şikayet ediyormuş, ama bak sen şimdi iyi bir şeyler
olmuşsun. Demek benim oğlan da ilerde bir şeyler
olabilecek. Acaba ben boşuna mı telaşlanıyorum?"
Galiba olay şu: Anneler, babalar çocuklarını çok
seviyorlar, onlara çok önem veriyorlar ve onların
gelecekleri konusunda kaygı duyuyorlar.
Ana Babalar ve Çocuklar Arasında
Bir Benzerlik
Psikologlar, özellikle gelişim psikologları, ergenlik
dönemiyle ilgili olarak şunu sıklıkla vurgularlar: Ergenlik
döneminin özelliklerinden birisi, gencin bazı ikilemler
içinde olmasıdır. Bunlardan birisi, gencin ana babasına
hem çok önem vermesi, onlarla özdeşim kurması, ama
aynı zamanda onları eleştirmesi, onlarla çatışmasıdır.
(Ergen, kendine özgü bir kimlik oluşturabilmek için bu
ikilemi yaşamak zorundadır.)
Bugüne kadar ben de, ana babaya çok önem verip onlarla
özdeşim kurmanın, ama aynı zamanda onları eleştirmenin,
ergenlik dönemine özgü bir özellik olduğunu
düşünüyordum. Fakat bir süredir şunu fark etmeye
başladım: Ana babalar da benzeri bir ikilem sergiliyorlar;
çocuklarını hem çok seviyorlar, onlara önem veriyorlar
hem de onları çok eleştiriyorlar, beğenmiyorlar. Ergenler
ile ana babalar arasındaki bu benzerliğin üzerinde
düşünmeye ve araştırma yapmaya değer olduğu
kanısındayım. Söz konusu ikilem, belki de yalnızca
ergenlere özgü değil, herkes için geçerli.
Bir anı:
Hem Gurur Hem öfke
Seminerlerimden birisini izleyen bir babaya ait bir anıyı
aktarmak istiyorum. Kendisinden izin aldım.
Bu beyin oğlu on altı yaşındayken bir gün annesine çıkışmış,
sesini yükseltmiş. Bunun üzerine baba oğlunu yandaki odaya
çekip sağ elinin işaret parmağıyla onun omzunu ittire ittire,
"Bana bak, bir daha annenle öyle konuşma" demiş. Delikanlı,
"Baba tamam, haklı olabilirsin, ama bir daha öyle el hareketi
yapma" diye karşılık vermiş. Bey şöyle dedi: "Hocam,
anlattığınız gibi, o an hem öfke duydum hem de gurur. Bir
yandan öfkelendim, ama bir yandan da, o ana kadar fark
etmediğim müthiş bir şeyi fark ettim; benim küçük oğlum,
meğer kaşla göz arasında büyümüş, aslan olmuş, güçlenmiş.
On yaşındayken onu parmağımla itekleseydim böyle bir şeyi
asla söyleyemezdi. Şimdi onurlu, babayiğit bir delikanlı
olmuş. Hem kızdım hem gurur duydum. Kızsam mı diye
düşündüm; sonra vazgeçtim, sesimi çıkarmadım. İyi ki bir şey
dememişim."
Gençlerin ana babalarına, ana babaların çocuklarına
yönelik ikilemli/çelişkili duyguları olabilir. Çocuklarımıza
kızabiliriz. Saldırmadan, küsmeden, uygun lisanla ifade
edelim. Fakat madem aynı anda onlarla gurur
duyabiliyoruz, o halde gurur duyduğumuzu da ifade
edelim. Böyle yaparsak, doğru davranmanın ötesinde,
dürüst de davranmış oluruz. Dürüstlük türlerinden birisi,
içimizdeki mevcudu, sansürlemeden dışarıya sunmaktır.
Dürüst olma yollarından birisi,
içimizdeki duyguları sansürlemeden
dışarıya ifade etmektir.
İkilemlerimiz olabilir; ikilemleri ifade etmek de bir
dürüstlüktür.
İkilemlerimiz olabilir; bu doğaldır. Ancak bunları fark
etmeyi ve gerektiğinde ifade etmeyi de doğal kabul etmek
gerekir.
Ötekini İkileme Sokmak
Kendi içimizde ikilemlerin bizi sıkıntıya soktuğu
yetmiyormuş gibi, bir de tutar birbirimizi ikilemlere iteriz.
Örneğin "Eğer dostumsa iki eli kanda olsa gelmeli" deriz.
Varsın, gerisini o düşünsün. (Ellerini mi yıkasın, polise
dert mi anlatsın, yoksa kalkıp sizin düğününüze mi gelsin;
artık ona kalmıştır.)
En kötüsü de bazen eşler birbirlerine "Ya ben, ya işin" ya
da "Ya annen ya ben" derler. İki seçenekten birisini
seçmek zorunda kalmak zordur, bazen ruh sağlığımızı bile
bozabilir. Oysa yaratıcı düşündüğümüzde yeni yollar
bulabiliriz, "hem bu hem o" diyebiliriz. İki seçenekten
birisini seçmeye zorlamak, zorlanmak, yaratıcılık değildir.
Üçüncü seçeneği oluşturmak ise yaratıcılıktır. Üçüncü
seçenek uzlaşma getirebilir.
İki seçenekten birisini seçmeye zorlamak,
zorlanmak, yaratıcılık değildir. Üçüncü seçeneği
oluşturmak ise yaratıcılıktır.
İnsan, bazen çok gaddar olabiliyor. Ötekini ikileme
sokmak kimi zaman işkenceye dönüşebiliyor. Gerçek
yaşamda ve onun uzantısı olan sanatta bunun örneklerine
rastlamak mümkün. Sophie'nin Seçimi adlı filmde olduğu
gibi. (Bu filmde Nazi subayı, bir anneye geriye dönüşü
olmayan bir kapının önünde, iki çocuğundan birisini
yanına almasını söyler. Kadın seçmediği çocuğunu
sonsuza kadar göremeyecek ve onun akıbetinden haberdar
olamayacaktır.) Tanrı, insanı insandan korusun!
Biz yetişkinler, birbirimize eziyet ettiğimiz yetmezmiş
gibi, bir de -belki de mazoşist yanımızı tatmin içinçocukları
ikileme itmeye çalışırız. (Buna bayılanlarımız
vardır.)
Kimimiz, bir çocukla ayaküstü sohbet etmek
istediğimizde, aklımıza daha yaratıcı bir soru gelmediği
için "Söyle bakiim, anneni mi daha çok seviyorsun, yoksa
babanı mı?" diye sorarız. (Bu soru inanılmaz bir
sohbetçilik örneğidir.) Şimdi çocukcağız ne cevap versin?
Annemi mi desin, babamı mı? Tut ki cevap verdi. Bu
cevap ne işimize yarayacak? En fazla çocuğu sıkıntıya
sokmaya yarayacak.
İkilemlerimiz ve İki Mantık
Özetleyerek ifade edecek olursak, olayları "1 veya 0" diye
değerlendiren bir düşünce şeklimiz vardır. Buna, günlük
yaşamda "Aristo mantığı" diyoruz*. Bu ifade, "ya hep ya
hiç" anlamı taşır. Bu düşünme şekline göre, bir şey ya
doğrudur ya yanlış, ya siyahtır ya beyaz. Griler yoktur.
Kuantum fiziği ortaya çıktığında, "1-0" mantığının
atomaltı parçacıklarda geçerli olmadığını gösterdi.
Örneğin, fotonun ya dalga ya parçacık olması gerekirdi
eski bakış tarzına göre. Üçüncünün imkânsızlığı
ilkesinden ötürü, aynı anda hem dalga hem parçacık
olamazdı. Oysa kuantum fiziği, onun hem dalga hem
parçacık olduğunu gösterdi.
Fizikteki bu gelişme, insanı ve günlük olayları
değerlendirmede de yepyeni bir bakış tarzı kazandırdı
bize. Bugün, günlük yaşamda, bazen Aristo, bazen
kuantum mantığı kullanabileceğimizi düşünüyoruz.
Özellikle insan ilişkilerinde sürekli Aristo mantığı
kullanmak çatışmaları ve stresi artıran bir yaklaşım
oluyor*.
* Aristo'ya haksızlık etmeyelim. Aristo mantığı bundan ibaret değil. Üstelik
Aristo mantığını günlük dile bu şekilde taşımak, Aristo'nun hatası değil;
bizim tercihimiz. Ya hep ya hiç tavrını "Aristo mantığı" diye basitleştirmek,
yine bir "ya hep ya hiççilik" olsa gerek. Konu, Dökmen'in "Varolmak,
Gelişmek, Uzlaşmak" adlı kitabında da ele alınmıştır.
Aristo mantığı kullanmak, düşünceleri doğrular-yanlışlar,
insanları iyiler--kötüler diye katı sınıflara sokma anlamı
taşıyor. Televizyonlardaki açık oturumlarda katılımcılar
belki de böyle yaptıkları için sabahlara kadar
uzlaşamıyorlar. (Çatışan tarafların bitirdiği açık oturum
hiç görmedim; oturumu yöneten, "süremiz bitti" diyerek
programı sonlan diriyor.) Oysa "1-0" diye düşünmek
yerine, grileri de dikkate alsak, bu mantığı öğrenmeye
başlasak, 1 ile 0 arasında çok sayıda değer
bulunabileceğini düşünsek, uzlaşma ihtimali artacaktır.
Size bir soru soracağım, sadece Aristo mantığıyla "Evet"
veya "Hayır" deme hakkınız var. Açıklama yapmanız
yasak. Soru:
"Dünyada inek kutsal mıdır, değil midir?"
Bu soruya açıklama yapmaksızın, sadece "evet" veya
"hayır" diye cevap vermeniz işe yaramaz. Oysa aynı
soruya kuantum mantığı ile "1 ve 1" diye cevap verebilir,
"Hem evet hem hayır" diyebilirsiniz. Bu dünyada inek
bazı ülkelerde kutsaldır, bazılarında değildir.
* Kuantum mantığını yararlı bulanların yanı sıra, sakıncalı bulan, egemen
güçlerin kitleleri yönlendirmede bu mantığı bir araç olarak kullanmasından
endişe edenler de var. Örneğin, "Sen de haklısın, sen de haklısın" diyerek
insanları "idare etmek" isteyenler bulunabilir diye kaygı duyanlar var.
Olabilir. Ancak bu sakınca, Aristo mantığı için de geçerli. Birisi de çıkıp 'Ya
benden yanaşın ya da karşımdasın; ikisinin arası yok" diyerek 1-0 mantığıyla
insanları kutuplaştırabilir. Burada, kullanılan mantığın niteliğinden çok,
kullanıcının niyeti önemli olsa gerek.
"1 veya 0" yaklaşımının, bazen dilemmalar, içinden
çıkılmaz ikilemler yaratabileceğini gösteren bir fıkra:
Sanık Bunalınca
Bazı filmlerde görürsünüz, tanıklar, zanlılar avukatların,
savcıların sorularına yalnızca "evet" veya "hayır" diye cevap
verebilirler, açıklama yapmaları yasaktır. Bu kuralın bazı
yararları bulunabilir. Ancak bir hukukçu, bu kuraldan
yararlanıp ustaca sorular sorarak tanığı zor duruma
düşürebilir, ağzından istediği cevapları alabilir.
Sürekli "evet--hayır" diye cevap vermek zorunda kalan bir tanık
-veya bir zanlı- çok bunalmış, hakime "Sayın hakim, izin
verirseniz sayın avukata bir soru soracağım; ama o da benim
gibi yalnızca evet veya hayır diyebilsin" demiş. Fıkra bu ya,
hakim de izin vermiş. Bunun üzerine tanık avukata dönüp
"Sayın avukat, hâlâ uyuşturucu kullanıyor musunuz?" diye
sormuş. Avukat "Hayır" deyince tanık keyifle hakime dönüp
"Başka sorum yok" demiş.
Bu fıkradaki avukatın işi zordur. Açıklama yapamadığı
sürece, evet de dese, hayır da dese, -en azından- bir
zamanlar uyuşturucu kullandığı düşünülecektir. Bu
yüzden avukatın evet--hayır dışında cevap verme hakkı
olmalıdır.
Günlük yaşamda bazen 1-0 şeklindeki Aristo mantığını,
bazen de 1-1 şeklindeki kuantum mantığını kullanmakta
yarar vardır. Aslında zaten bu mantığı dolaylı olarak
yaşamın her alanında kullanıyoruz. 'Ya istiklâl ya ölüm"
bir Aristo mantığıdır. Elektrikteki seri devreler bir Aristo
mantığıdır; tek bir düğme açıldığında akım kesilir. Bir
siperler savaşı olarak tarihe geçen Birinci Dünya
Savaşındaki müdafaa hattı fikri bir Aristo mantığıdır.
Bunların yanı sıra paralel devreler kuantum mantığına
daha yakındır; paralel devreler ya hep ya hiç değildir.
Galiba "Hattı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır" fikri
de kuantum mantığına uygundur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder