10
ÇELİŞKİLERİMİZ,
İKİLEMLERİMİZ
Çelişki,
İkilem
Günlük
yaşamda çelişki, ikilem, dilemma,
paradoks
kavramlarını
genelde yanlış kullanıyoruz, birbirinin yerine
kullanıyoruz.
Örneğin bazen "Hangisini seçeceğim
konusunda
çelişkiye düştüm", bazen de, "İkilem içinde
olduğunun
farkında değil" diyoruz. Sanırım böyle
dediğimiz
zaman, çelişki ve ikilem kavramlarını birbirine
karıştırmış
oluyoruz. Konumuz çelişkilerimiz ve
ikilemlerimiz.
Dilemma ve paradoks kavramları için
felsefe
sözlüklerine bakılabilir. ("Ben adalıyım; bütün
adalılar
yalan söyler" demek bir dilemma sayılabilir. "Bir
okun
hareket noktasıyla hedefi arasında sonsuz nokta
vardır;
sonsuz noktayı kat etmek ise sonsuz zaman alır; bu
yüzden
bir ok hedefine hiçbir zaman ulaşamaz" demek ise
galiba
bir paradoksal düşüncedir.) Şimdi çelişki ve ikilem
kavramları
arasındaki farka bakalım. Galiba doğrusu şu:
Doğada
ya da insan zihninde zıtlıkların birlikte bulunması
bir
çelişki sayılabilir. (Bir tezin antitezini içermesi bir
çelişki
sayılabilir.) İnsan, sahibi olduğu çelişkili
düşüncelerin
genelde farkında değildir, ikilem ise iki
farklı
davranıştan hangisine yönelmek gerektiği
konusunda
sıkıntı, kararsızlık çekmek demektir. Sahip
olduğumuz
çelişkili düşüncelerin, davranışların genelde
farkına
varmayız, ikilemde ise farkında olduğumuz bir
kararsızlık
söz konusudur.
Bir
dostunuzu hem seviyor hem de kızıyorsanız ve bu iki
zıt
duyguya/düşünceye birlikte sahip olduğunuzun
farkında
değilseniz, bu durumu bir "çelişki" olarak
adlandırmaktan
yanayım. Benzer şekilde, belirli bir olay
karşısında
üzgün olduğunuz halde sevinmiş gibi
davranıyorsanız
ve bu tezadı fark etmiyorsanız, yine
çelişki
içinde olduğunuzu düşünebiliriz. Ama eğer bir
arkadaşınızı
sevip sevmediğinize bir türlü karar
veremiyorsanız
veya iki meslekten hangisini seçeceğinize
karar
veremiyorsanız, bir "ikilem" içinde olduğunuz
kanısındayım.
Çoğunlukla
alttaki çelişkiler, görünürdeki bir takım
ikilemleri
yaratır. Bu durumda, çelişkilerimizi fark
etmekten,
ikilemlerimizi ise çözmekten söz edebiliriz.
Çelişkiler
ve ikilemler, farkında olduğumuz ve
olmadığımız
sıkıntılar yaratır. Çelişkilerimizi fark
ettiğimiz,
ikilemlerimizden rahatsız olmadığımız zaman,
stresle
baş etmemiz ve gelişmemiz kolaylaşır. Bazen bir
işi
hem yapmak istersiniz hem yapmamak istersiniz; hem
çalışmak
istersiniz hem çalışmak istemezsiniz. Bu
ikileminizi
"can sıkıcı bir saçmalık" olarak adlandırırsanız
sıkıntınız
artar. Ama bu ikileminizin yaşamın doğal bir
parçası
olduğunu düşünürseniz, onunla uzlaşma/çözme
şansınız
artar.
Tamamen
çelişkisiz, ikilemsiz olmak pek mümkün değil.
Fazlaca
çelişkiye, ikileme sahip olmak ise sorun
yaratabilir,
ruh sağlığını bozabilir. Bunlara belirli
miktarda
sahip olmak, ancak yerine göre fark etmek,
yerine
göre baş etmeyi öğrenmek galiba en sağlıklısı.
İkilemler
yaşamın ayrılmaz bir parçası, ikilemlerden
arınmış
bir dünya mümkün görünmüyor. İkilemler,
çelişkiler
kimi zaman canımızı sıksa da, toplumların,
bireylerin
gelişmesi için bazen itici güç oldukları da bir
gerçek.
İkilemler yaşamın ayrılmaz bir parçası.
İkilemlerden arınmış bir dünya
mümkün görünmüyor.
Sadece
canlılar, insanlar için değil, belki nesneler dünyası
için
de geçerli ikilemler. Aynı anda hem maksimum
karmaşaya
hem de minimum enerjili bir duruma ulaşmak
isteyen
sistemler, bir uzlaşma noktasına ulaştıklarında
(fiziksel,
kimyasal, biyolojik açıdan denge sağlandığında)
gezegenler,
yaşamlar ortaya çıkıyor belki.
İkilemler
evrenin her köşesinde olabilir (olmayabilir de);
ancak
canlılar, özellikle insanlar, ikilemlere girmekten
ötürü
acı çekiyorlar. İnsanın görevi, ikilemlerini fark
etmek,
bunları yaşamın doğal bir parçası kabul etmek,
çözebileceklerini
çözmek, çözemediklerine ise uyum
sağlamak
olmalıdır.
Buzun
İçinde Ateş Var mı?
Eski
Yunan'dan bu yana hemen her şeyin kendi zıd- dını
içinde
barındırdığı görüşü var. Bu görüşten hareketle
acaba
şöyle düşünebilir miyiz? Buzun içinde ateş vardır.
Nasıl
mı? Elinize alacağınız bir buz kalıbı oksijen ve
hidrojen
atomlarından oluşmaktadır. Atom çekirdeklerinin
etrafında
dönen elektronlar ise yüksek enerjili cisimcikler,
bir
anlamda küçük ateşlerdir. Buz, bize göre buzdur.
Ancak,
eğer elektronların bilinci olsaydı, her-halde buz
olduklarını
düşünmezlerdi.
Bu
düşünceden harekede, dalındaki bir yaprağın aslında
alev
alev yandığını, ama bizim onu yeşil gördüğümüzü
ileri
sürebiliriz. Galiba doğada zıtlıklar iç içe. Eğer
böyleyse,
insan zihninde birtakım zıtlıklar bulunması
doğal.
O halde zihnimizi veya dış dünyayı çelişkilerden ve
bunların
uzantısı olan ikilemlerden arındırmak yerine,
onları
fark etmek, onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek
daha
doğru olsa gerek. Çelişkiler, ikilemler yaşamın,
yaşamlarımızın
önemli bir parçası.
Doğada çelişkiler vardır,
insanın çelişkileri/ikilemleri olması da doğaldır.
Bu yüzden, çelişkisiz, ikilemsiz olmak değil,
onları fark etmek, onlarla uzlaşmak
bir fazilet sayılmalıdır.
İkilemlerde
Sıkılmak Bir Tür Çelişki
mi?
İkilemlere
düşmekten yakındığımız zaman, farkında
olmadan
bir çelişki içine girmiş oluyoruz. Şöyle ki:
İkilemler
içinde olmak bizi kısıtlar, "Onu mu seçeyim,
bunu
mu seçeyim?" diye sıkıntıya gireriz. Ama aynı
zamanda
ikilemlere sahip olmak özgürlük sayılır; çünkü
ikilem
var demek, seçenekler var demektir, seçebileceğiz
demektir.
Belki de bu yüzden, ikilemler karşısında
bunalırken,
bir yandan söylenip bir yandan da sevinmek
gerekir.
Sizin için seçilebilecek tek bir mesleğin,
evlenilebilecek
tek bir kişinin bulunmasını ister miydiniz?
İkileme
girme zahmetinden, seçim yapma sıkıntısından
kurtulurdunuz.
Ama sanırım yine de önünüzde seçenekler
olmasını,
gerektiğinde ikileme girmeyi tercih ederdiniz.
Çelişkilerimize
Birkaç Örnek
Soru 1: Diyelim
ki arabanızda veya bir otobüstesiniz.
Trafik
tıkandı, bekliyorsunuz, işe geç kaldınız. Kızar
mısınız?
Sanırım pek çoğunuz "evet" dersiniz.
Soru 2: Anneler
günü, babalar günü, sevgililer günü
türünden
günleri anlamsız, gereksiz buluyor musunuz?
Sanırım
pek çok kişi bu soruya da "evet" diyecektir.
Yukarıdaki
sorulara "evet" dediğiniz zaman, farkında
olmadan
bir çelişki sergilemiş, adeta bindiğiniz dalı
kesmiş
olursunuz. Bakınız niçin:
Trafik
tıkandığı zaman, tıkayanlara kızıyorsanız, trafiği
tıkayan
öğelerden birisi de sizsiniz. Bu yüzden kendinize
de
kızmaksınız, ama muhtemelen farkında değilsiniz.
Trafikte
"Yahu, her arabada bir ya da iki kişi var; niçin
dört
komşu birleşip aynı araçla gitmiyor?" diyen
arkadaşlarım
olur bazen. Bunu söylediği sırada arabasında
biz
de iki kişiyizdir. Bu çelişkinin farkında değildir.
Trafik
niçin tıkanır? Metro yoktur, demiryolu azdır,
karayolları
yetersizdir, apartmanların park yeri yoktur...
Bir
de şu: Ülkemizde trafikteki araç sayısı hızla
artmaktadır.
Araç sayısının artması, bir açıdan, insanların
en
azından bir bölümünün parası olduğu anlamına gelir.
Bu
arabaları alacak kadar parası olanlar, her halde
paralarının
tümünü bir arabaya yatırmazlar. Başka
alanlarda
da harcarlar ve /veya israf ederler. Böylece
ekonomi
canlanır. Bu canlılık pek çoğumuzun cebine para
olarak
girer, ancak farkında değilizdir.
Bankacısınız
diyelim; araba alsınlar diye insanlara düşük
faizli
kredi verirsiniz. Onlar da bakarlar kredi iyi, arabaları
alırlar.
Ondan sonra sizin trafik tıkanıyor diye
sinirlenmeniz
bir çelişki mi, değil mi?
Bir
zamanlar Bursa'da trafik çok kötüydü. Otomobil
üreticisi
bir firmada çalışan bir arkadaşımla birlikte
trafikteydik,
çok sinirlendi. Ben de ona "Niye
sinirleniyorsun,
bu arabaları siz yapıyorsunuz. Kapatın
firmayı
iki yıl, trafik rahatlar" dedim. "Allah saklasın"
diye
karşılık verdi. "O zaman sıkılma; trafik tıkandığında
'Çok
şükür, önüm arkam, sağım solum müşteri' demelisin"
dedim.
Rahatladı mı bilmiyorum ama, sanırım bir
çelişkisini
görmek ona ilginç geldi.
Anneler
günü, sevgililer günü gibi günlerin temel amacı
ekonomiyi
canlandırmak olmalı. Ekonomideki canlanma,
araba
satışları gibi hepimizin cebine katkı sağlıyor.
(Ekonomideki
canlanmanın getirilen olduğu gibi
götürülen
de var belki; büyük bir ihtimalle ekonomideki
canlanma
çelişkisini de içinde taşıyor. Ekonomideki buzun
içinde
de ateş olabilir. Yaşam göründüğünden daha
karmaşık.)
En azından yüzeydeki bu katkıyı fark
etmiyoruz.
Çiçekçi, yıl içindeki en büyük ciroyu anneler
gününde
yapıyor, parasını götürüp bankaya yatırıyor.
Ondan
sonra da hem çiçekçi hem bankacı anneler gününü
gereksiz
buluyorlar. (Çiçekçi o gün çiçek satıyor, ancak
bir
ihtimal o günü anlamsız bulduğu için annesine çiçek
götürmüyor.)
Alttaki durumu bir yana bırakırsak, çiçekçi,
bankacı
ve belki de hepimiz, bir çelişki içinde miyiz, değil
miyiz?
Moda
Moda
konusunda, insana özgü, insanca bir çelişki
sergileriz.
Hem modaya uygun giyinmek isteriz hem de
giydiğimiz
başka kimsenin üzerinde olmasın isteriz. Bu
bir
ikilemdir. (Gerçi moda tasarımcısı, hem modaya uygun
hem
tek olan kıyafetler tasarlayabilir; ama toplumun
çoğunluğu
böyle "hem benzeyen hem benzemeyen"
giysiler
talep ettiğinde, herkesin bu isteğini karşılamak,
herhalde
çok güç olacaktır.)
Kişisel
Değerimiz
Kendimizi
çok önemser ama beğenmeyiz. Örnek: Düğün--
dernek
olur, fotoğrafçı fotoğrafımızı çeker; az sonra basar,
getirir.
Elimize fotoğrafımızı alınca genel tavrımız şudur:
Yalnızca
ortada gözüken kendimize bakarız ama onu da
beğenmeyiz.
"Ay, ne kötü çıkmışım", "Uf, ne biçim
bakmışım"
deriz.
Kendimizi çok önemser
ama beğenmeyiz.
Galiba
bu tavrımız, kendimizi yeterince
kabullenmemekten
kaynaklanıyor. Kendimizi
kabullendiğimizde,
kendimizle barışık olduğumuzda,
fotoğraflarımıza
daha rahat bakabileceğiz.
Kendimizi
kabullenme sıkıntısından doğan önem verme
ama
aynı anda beğenmeme tavrımız, kendimize ve
yaşama
objektif bakmamızı zorlaştırıyor. Çevremizdeki
insanlarla,
yakınlarımızla sorunlar yaşamaya başlıyoruz.
İnsanlar,
özellikle gençler, ana babalarını çok önemserler
-önemsemiyor
izlenimini verseler de, içten içe çok
önemserler-
ama onları kolay kolay beğenmezler, sürekli
eleştirirler.
Ana babalarda bulunabilecek en küçük kusur,
gençleri
öfkelendirir.
Gurur
Duyma/Duymama ve
Babalar
Yaygın
ikilemlerimizden biri de babaların davranışlarında
gözleniyor.
Babalar kızlarıyla, oğullarıyla gurur
duyuyorlar
(herhalde duyuyorlar) ama bunu yeterince açık
ifade
etmiyorlar.
Ülkemde
nice baba, bir oğlu dünyaya geldiğinde günlerce
gururla
dolaşır. Oğlanın daha hiçbir kişisel özelliği belli
değildir,
tek belirgin özelliği cinsiyetidir. Ol sun, baba bu
durumdan
müthiş gurur duyar, çevresindekilere ne
ısmarlayacağını
şaşırır.
Oğlan
on beşine gelir, birçok özelliği belirmiştir,
eksilerinin
yanı sıra pek çok artısı vardır. Bu durumdan da
babasının
gurur duymasını bekleriz; ya duymaz ya da
duyar
ama içinde tutar.
Nice
baba var, çevredeki gençleri beğenir de bir kendi
oğlunu
beğenmez, bir tek kendi oğluyla gurur duymaz.
"Bu
oğlan adam olamayacak; bu oğlan benim istediğim
gibi
değil, benim istediğim gibi olsun, canımı alsın" der.
("Senin
istediğin nedir, yaz bakayım" desem, yazamaz.
Çünkü
bu babanın kafasındaki belirsiz bir rol tanımıdır.)
Ben
tek çocuktum. Babam beni çok sever, sevgisini de
açıkça
ifade ederdi. Ancak, çok beceriksiz bulurdu; bunu
da
sık sık söylerdi.
Babam
için hayattaki en önemli şey "hayat adamı"
olmaktı.
Kendi bakış açısına göre kendisi tam bir hayat
adamıydı.
(Gerçekten de öyleydi; çok zor şartlardan
sıyrılıp
kendini yetiştirmiş, her durumda pratik çözümler
bulabilen,
her ortama uyum sağlayabilen, hayatla barışık
bir
insandı.) Benim de bir hayat adamı olmamı isterdi,
ama
onun gözünde ben hiç mi hiç hayat adamı değildim.
Ortaokul,
lise yıllarımda, çevremizde bulunan yaşıtım
bütün
gençler babama göre hayat adamıydı; bir tek ben
değildim.
Babam anneme benim için, "Bu çocuğun tabanı
ağır,
bir işi iki saatte yapıyor; hayat adamı değil" derdi.
Bugün
inanılmaz bir yaşam temposu içindeyim. Babam
beni
şimdi görse, herhalde iftihar ederdi.
Burada
anlattıklarımı birkaç yıl önce bir toplantıda
anlattım.
Bir arkadaşımın on yaşında oğlu varmış, o da
babam
gibi oğlunun ağır kanlılığından, yavaşlığından
yakınıyormuş.
Babamla ilgili anlattıklarımı dinledikten
sonra
bana şunları söyledi: "Baban senin yavaşlığından
şikayet
ediyormuş, ama bak sen şimdi iyi bir şeyler
olmuşsun.
Demek benim oğlan da ilerde bir şeyler
olabilecek.
Acaba ben boşuna mı telaşlanıyorum?"
Galiba
olay şu: Anneler, babalar çocuklarını çok
seviyorlar,
onlara çok önem veriyorlar ve onların
gelecekleri
konusunda kaygı duyuyorlar.
Ana
Babalar ve Çocuklar Arasında
Bir
Benzerlik
Psikologlar,
özellikle gelişim psikologları, ergenlik
dönemiyle
ilgili olarak şunu sıklıkla vurgularlar: Ergenlik
döneminin
özelliklerinden birisi, gencin bazı ikilemler
içinde
olmasıdır. Bunlardan birisi, gencin ana babasına
hem
çok önem vermesi, onlarla özdeşim kurması, ama
aynı
zamanda onları eleştirmesi, onlarla çatışmasıdır.
(Ergen,
kendine özgü bir kimlik oluşturabilmek için bu
ikilemi
yaşamak zorundadır.)
Bugüne
kadar ben de, ana babaya çok önem verip onlarla
özdeşim
kurmanın, ama aynı zamanda onları eleştirmenin,
ergenlik
dönemine özgü bir özellik olduğunu
düşünüyordum.
Fakat bir süredir şunu fark etmeye
başladım:
Ana babalar da benzeri bir ikilem sergiliyorlar;
çocuklarını
hem çok seviyorlar, onlara önem veriyorlar
hem
de onları çok eleştiriyorlar, beğenmiyorlar. Ergenler
ile
ana babalar arasındaki bu benzerliğin üzerinde
düşünmeye
ve araştırma yapmaya değer olduğu
kanısındayım.
Söz konusu ikilem, belki de yalnızca
ergenlere
özgü değil, herkes için geçerli.
Bir
anı:
Hem
Gurur Hem öfke
Seminerlerimden
birisini izleyen bir babaya ait bir anıyı
aktarmak
istiyorum. Kendisinden izin aldım.
Bu
beyin oğlu on altı yaşındayken bir gün annesine çıkışmış,
sesini
yükseltmiş. Bunun üzerine baba oğlunu yandaki odaya
çekip
sağ elinin işaret parmağıyla onun omzunu ittire ittire,
"Bana bak, bir daha annenle öyle konuşma" demiş.
Delikanlı,
"Baba tamam, haklı olabilirsin, ama bir daha öyle el
hareketi
yapma" diye karşılık vermiş.
Bey şöyle dedi: "Hocam,
anlattığınız gibi, o an hem öfke duydum hem de gurur. Bir
yandan öfkelendim, ama bir yandan da, o ana kadar fark
etmediğim müthiş bir şeyi fark ettim; benim küçük oğlum,
meğer kaşla göz arasında büyümüş, aslan olmuş, güçlenmiş.
On yaşındayken onu parmağımla itekleseydim böyle bir şeyi
asla söyleyemezdi. Şimdi onurlu, babayiğit bir delikanlı
olmuş. Hem kızdım hem gurur duydum. Kızsam mı diye
düşündüm; sonra vazgeçtim, sesimi çıkarmadım. İyi ki bir şey
dememişim."
Gençlerin
ana babalarına, ana babaların çocuklarına
yönelik
ikilemli/çelişkili duyguları olabilir. Çocuklarımıza
kızabiliriz.
Saldırmadan, küsmeden, uygun lisanla ifade
edelim.
Fakat madem aynı anda onlarla gurur
duyabiliyoruz,
o halde gurur duyduğumuzu da ifade
edelim.
Böyle yaparsak, doğru davranmanın ötesinde,
dürüst
de davranmış oluruz. Dürüstlük türlerinden birisi,
içimizdeki
mevcudu, sansürlemeden dışarıya sunmaktır.
Dürüst olma yollarından birisi,
içimizdeki duyguları sansürlemeden
dışarıya ifade etmektir.
İkilemlerimiz olabilir; ikilemleri ifade etmek de
bir
dürüstlüktür.
İkilemlerimiz
olabilir; bu doğaldır. Ancak bunları fark
etmeyi
ve gerektiğinde ifade etmeyi de doğal kabul etmek
gerekir.
Ötekini
İkileme Sokmak
Kendi
içimizde ikilemlerin bizi sıkıntıya soktuğu
yetmiyormuş
gibi, bir de tutar birbirimizi ikilemlere iteriz.
Örneğin
"Eğer dostumsa iki eli kanda olsa gelmeli" deriz.
Varsın,
gerisini o düşünsün. (Ellerini mi yıkasın, polise
dert
mi anlatsın, yoksa kalkıp sizin düğününüze mi gelsin;
artık
ona kalmıştır.)
En
kötüsü de bazen eşler birbirlerine "Ya ben, ya işin" ya
da
"Ya annen ya ben" derler. İki seçenekten birisini
seçmek
zorunda kalmak zordur, bazen ruh sağlığımızı bile
bozabilir.
Oysa yaratıcı düşündüğümüzde yeni yollar
bulabiliriz,
"hem bu hem o" diyebiliriz. İki seçenekten
birisini
seçmeye zorlamak, zorlanmak, yaratıcılık değildir.
Üçüncü
seçeneği oluşturmak ise yaratıcılıktır. Üçüncü
seçenek
uzlaşma getirebilir.
İki seçenekten birisini seçmeye zorlamak,
zorlanmak, yaratıcılık değildir. Üçüncü seçeneği
oluşturmak ise yaratıcılıktır.
İnsan,
bazen çok gaddar olabiliyor. Ötekini ikileme
sokmak
kimi zaman işkenceye dönüşebiliyor. Gerçek
yaşamda
ve onun uzantısı olan sanatta bunun örneklerine
rastlamak
mümkün. Sophie'nin Seçimi adlı filmde olduğu
gibi.
(Bu filmde Nazi subayı, bir anneye geriye dönüşü
olmayan
bir kapının önünde, iki çocuğundan birisini
yanına
almasını söyler. Kadın seçmediği çocuğunu
sonsuza
kadar göremeyecek ve onun akıbetinden haberdar
olamayacaktır.)
Tanrı, insanı insandan korusun!
Biz
yetişkinler, birbirimize eziyet ettiğimiz yetmezmiş
gibi,
bir de -belki de mazoşist yanımızı tatmin içinçocukları
ikileme
itmeye çalışırız. (Buna bayılanlarımız
vardır.)
Kimimiz,
bir çocukla ayaküstü sohbet etmek
istediğimizde,
aklımıza daha yaratıcı bir soru gelmediği
için
"Söyle bakiim, anneni mi daha çok seviyorsun, yoksa
babanı
mı?" diye sorarız. (Bu soru inanılmaz bir
sohbetçilik
örneğidir.) Şimdi çocukcağız ne cevap versin?
Annemi
mi desin, babamı mı? Tut ki cevap verdi. Bu
cevap
ne işimize yarayacak? En fazla çocuğu sıkıntıya
sokmaya
yarayacak.
İkilemlerimiz
ve İki Mantık
Özetleyerek
ifade edecek olursak, olayları "1 veya 0" diye
değerlendiren
bir düşünce şeklimiz vardır. Buna, günlük
yaşamda
"Aristo mantığı" diyoruz*. Bu ifade, "ya hep ya
hiç"
anlamı taşır. Bu düşünme şekline göre, bir şey ya
doğrudur
ya yanlış, ya siyahtır ya beyaz. Griler yoktur.
Kuantum
fiziği ortaya çıktığında, "1-0" mantığının
atomaltı
parçacıklarda geçerli olmadığını gösterdi.
Örneğin,
fotonun ya dalga ya parçacık olması gerekirdi
eski
bakış tarzına göre. Üçüncünün imkânsızlığı
ilkesinden
ötürü, aynı anda hem dalga hem parçacık
olamazdı.
Oysa kuantum fiziği, onun hem dalga hem
parçacık
olduğunu gösterdi.
Fizikteki
bu gelişme, insanı ve günlük olayları
değerlendirmede
de yepyeni bir bakış tarzı kazandırdı
bize.
Bugün, günlük yaşamda, bazen Aristo, bazen
kuantum
mantığı kullanabileceğimizi düşünüyoruz.
Özellikle
insan ilişkilerinde sürekli Aristo mantığı
kullanmak
çatışmaları ve stresi artıran bir yaklaşım
oluyor*.
*
Aristo'ya haksızlık etmeyelim. Aristo mantığı bundan ibaret değil. Üstelik
Aristo
mantığını günlük dile bu şekilde taşımak, Aristo'nun hatası değil;
bizim
tercihimiz. Ya hep ya hiç tavrını "Aristo mantığı" diye basitleştirmek,
yine
bir "ya hep ya hiççilik" olsa gerek. Konu, Dökmen'in "Varolmak,
Gelişmek,
Uzlaşmak" adlı kitabında da ele alınmıştır.
Aristo
mantığı kullanmak, düşünceleri doğrular-yanlışlar,
insanları
iyiler--kötüler diye katı sınıflara sokma anlamı
taşıyor.
Televizyonlardaki açık oturumlarda katılımcılar
belki
de böyle yaptıkları için sabahlara kadar
uzlaşamıyorlar.
(Çatışan tarafların bitirdiği açık oturum
hiç
görmedim; oturumu yöneten, "süremiz bitti" diyerek
programı
sonlan diriyor.) Oysa "1-0" diye düşünmek
yerine,
grileri de dikkate alsak, bu mantığı öğrenmeye
başlasak,
1 ile 0 arasında çok sayıda değer
bulunabileceğini
düşünsek, uzlaşma ihtimali artacaktır.
Size
bir soru soracağım, sadece Aristo mantığıyla "Evet"
veya
"Hayır" deme hakkınız var. Açıklama yapmanız
yasak.
Soru:
"Dünyada
inek kutsal mıdır, değil midir?"
Bu
soruya açıklama yapmaksızın, sadece "evet" veya
"hayır"
diye cevap vermeniz işe yaramaz. Oysa aynı
soruya
kuantum mantığı ile "1 ve 1" diye cevap verebilir,
"Hem
evet hem hayır" diyebilirsiniz. Bu dünyada inek
bazı
ülkelerde kutsaldır, bazılarında değildir.
*
Kuantum mantığını yararlı bulanların yanı sıra, sakıncalı bulan, egemen
güçlerin
kitleleri yönlendirmede bu mantığı bir araç olarak kullanmasından
endişe
edenler de var. Örneğin, "Sen de haklısın, sen de haklısın" diyerek
insanları
"idare etmek" isteyenler bulunabilir diye kaygı duyanlar var.
Olabilir.
Ancak bu sakınca, Aristo mantığı için de geçerli. Birisi de çıkıp 'Ya
benden
yanaşın ya da karşımdasın; ikisinin arası yok" diyerek 1-0 mantığıyla
insanları
kutuplaştırabilir. Burada, kullanılan mantığın niteliğinden çok,
kullanıcının
niyeti önemli olsa gerek.
"1
veya 0" yaklaşımının, bazen dilemmalar, içinden
çıkılmaz
ikilemler yaratabileceğini gösteren bir fıkra:
Sanık
Bunalınca
Bazı
filmlerde görürsünüz, tanıklar, zanlılar avukatların,
savcıların
sorularına yalnızca "evet" veya "hayır" diye cevap
verebilirler,
açıklama yapmaları yasaktır. Bu kuralın bazı
yararları
bulunabilir. Ancak bir hukukçu, bu kuraldan
yararlanıp
ustaca sorular sorarak tanığı zor duruma
düşürebilir,
ağzından istediği cevapları alabilir.
Sürekli
"evet--hayır" diye cevap vermek zorunda kalan bir tanık
-veya
bir zanlı- çok bunalmış, hakime "Sayın
hakim, izin
verirseniz sayın avukata bir soru soracağım; ama o da benim
gibi yalnızca evet veya hayır diyebilsin" demiş.
Fıkra bu ya,
hakim
de izin vermiş. Bunun üzerine tanık avukata dönüp
"Sayın avukat, hâlâ uyuşturucu kullanıyor
musunuz?" diye
sormuş.
Avukat "Hayır" deyince
tanık keyifle hakime dönüp
"Başka sorum yok" demiş.
Bu
fıkradaki avukatın işi zordur. Açıklama yapamadığı
sürece,
evet de dese, hayır da dese, -en azından- bir
zamanlar
uyuşturucu kullandığı düşünülecektir. Bu
yüzden
avukatın evet--hayır dışında cevap verme hakkı
olmalıdır.
Günlük
yaşamda bazen 1-0 şeklindeki Aristo mantığını,
bazen
de 1-1 şeklindeki kuantum mantığını kullanmakta
yarar
vardır. Aslında zaten bu mantığı dolaylı olarak
yaşamın
her alanında kullanıyoruz. 'Ya istiklâl ya ölüm"
bir
Aristo mantığıdır. Elektrikteki seri devreler bir Aristo
mantığıdır;
tek bir düğme açıldığında akım kesilir. Bir
siperler
savaşı olarak tarihe geçen Birinci Dünya
Savaşındaki
müdafaa hattı fikri bir Aristo mantığıdır.
Bunların
yanı sıra paralel devreler kuantum mantığına
daha
yakındır; paralel devreler ya hep ya hiç değildir.
Galiba
"Hattı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır" fikri
de
kuantum mantığına uygundur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder