4
YAŞAMINIZDAKİ
ENSTANTANELERİ
YAKALAMAK:
KÜÇÜK ŞEYLERDEN
BÜYÜK
MUTLULUKLAR
ÜRETMEK
Günlük
yaşamda karşınıza çıkan küçük olayları, kendinizi
ve
çevrenizi mutsuz edecek şekilde, "çok büyük ve kötü"
olaylar
olarak algılayabilirsiniz. Böyle bir gücünüz vardır.
Örneğin
trafikte size haksız yere korna çalan birisini
aracınızla
izleyip, sıkıştırıp, kavga edip, karakollara,
hastanelere
düşebilirsiniz. Bunu becermeye yetecek
zihinsel
ve bedensel gücünüz vardır.
Ama
sizin aynı zamanda size haksız yere korna
çalınmasını
küçük, önemsiz bir şey olarak algılama ve
sıkıntıya
girmeme gücünüz de vardır.
Ve
dahası, sizin, çevrenizdeki bazı küçük şeyleri fark edip
onlarda
büyük lezzetler, büyük mutluluklar yakalama
gücünüz
de vardır. Örneğin bir yolculukta, yoldan,
yolculuktan,
teknolojiyle bütünleşiyor olmaktan* ötürü
keyif
duymaya gücünüz vardır. Yaşamınızdaki enstantaneleri
yakalamaya
gücünüz vardır. Eğer bunu
gerçekleştirirseniz
-bir önceki bölümde belirtildiği gibiyarına
kalma
ihtimaliniz artar. Eğer küçük şeylerde büyük
mutsuzluklar
yakalar, üzülür kavgalar ederseniz, ölme
ihtimaliniz
artar. Seçim size aittir.
Rezalet
mi Nezaket mi; Felaket mi
Zarafet
mi?
Epiktetus'un
da dediği ve bugün psikolojideki bazı
yaklaşımlarda
da vurgulandığı gibi, olaylar önemli
değildir,
onları algılama şeklimiz önemlidir. Size korna
çalınmasını,
anında cezalandırılması gereken büyük bir
kabalık
olarak da algılayabilirsiniz, önemsiz bir ukalalık]
olarak
da algılayabilirsiniz.
Olaylar önemli değildir, onları algılama şeklimiz
önemlidir.
Neyin
önemli, neyin önemsiz olduğu, neyin kabalık, neyin
kibarlık
olduğu, üç boyutta değişir: Kişiden kişiye değişir,
toplumdan
topluma değişir, zaman içinde değişir.
Dünyada
bazı kültürlerde misafire dil çıkarmak zarafet
sayılıyormuş.
Eskiden Macaristan'da ev sahipleri, nezaket
gösterip
"gece yatıya kal" anlamında misafirin at
arabasının
tekerlerini söktürürlermiş. Şimdi biz
misafirimize
dil çıkarsak zarafet değil felaket olur.
Misafirimizin
arabasının dört lastiğini çıkarıp arabayı
takozlara
oturtsak, nezaket değil rezalet olur.
İçinde
yaşadığımız toplumun kültürüne, değerlerine uyup
uymamakta
kısmen özgürüz. Tamamen özgür değiliz.
Şehir
parkında tüfekle kuş avlamaya veya çırılçıplak
dolaşmaya
karar verirsek ciddi problemler çıkar ortaya.
Bu
konuda başınız emniyetle derde girdiğinde, "Bakın
benim
çıplak dolaşmam küçük bir olaydır; fazla
büyütmeyin"
demeniz, pek anlamlı değildir. Zamanı ve
mevcut
toplumsal değerleri hiçe saymak konusunda
tamamen
özgür değiliz. Ama bireysel boyutta, galiba
büyük
ölçüde özgürlük var.
Örnek:
Çıplak
dolaşamazsınız; ama sokakta yürürken elbisenizin
lekeli
olduğunu gördüğünüzde, bu olayı bir felaket olarak
da
algılayabilirsiniz, fazla büyütmeyebilirsiniz de.
Misafirinize
dil çıkarıp çıkarmama konusunda tamamen
özgür
değilsiniz. Misafirlerinize sürekli dil çıkarıyorsanız,
size
gelen misafir sayısında, en azından azalma ortaya
çıkar.
Ama misafire sunduğunuz cevizli kekin içinden
ceviz
kabuğu çıktığında, günlerce üzülüp üzülmemekte,
bu
olayı fazlaca büyütüp büyütmemekte tamamen
özgürünüz.
Yaşamınızda
ortaya çıkan bazı aksilikleri büyük değil,
küçük
olarak algılamak, bazı güzellikleri ise
büyük/önemli
olarak algılamak mümkündür. Bu konuda
kendinizi
eğitebilirsiniz. Başlangıç olarak şunu
düşünebilirsiniz:
Karşılaştığınız olayları "rezillik mi"
yoksa
"güzellik mi" olarak algılayacağınız; eğer
güzellikse
ne büyüklükte bir güzellik olarak
algılayacağınız
öğrenilebilen bir şeydir. Ve sizin bunu
öğrenmeye
gücünüz vardır. (Ve tabii öğrenmeye direnme
konusunda
da gücünüz vardır. Seçim size aittir.)
Yaşamınızdaki
Enstantaneleri
Yakalamak
Fotoğraf
sanatçıları enstantane yakalamaktan söz ederler.
Sürekli
değişim içindeki bir dünyada, bir an için ortaya
çıkan
ve tekrarı mümkün olmayan bir hareketin, bir
durumun
fotoğrafını çekmek demektir enstantane
yakalamak.
Vesikalıklar
enstantane değildir; poz veririz çünkü. Ama
Afgan
kızın o bir anlık bakışı veya duvar dibindeki
amelelerin
bir anlık varoluşları birer enstantanedir.
Enstantane
küçük bir andır; ama o anı yakaladığınızda, o
an
ömür boyu karşınızdadır.
Karşınıza
çıkan birtakım olayları önemsemeyebilirsiniz.
Ya
da onlardan bazılarını çekip çıkarma ve onlardan
büyük
lezzetler alma konusunda, kısacası yaşantımızdaki
enstantaneleri
yakalama konusunda kendinizi
eğitebilirsiniz.
Dünyada,
bir insan olmadan kendi kendine enstantane
olmayı
hak eden hiçbir manzara yoktur. Enstantane
sanatçının
beynindedir. Sanatçı, enstantane yakalama
konusunda,
daha doğrusu, bir şeyi enstantane haline
getirme
konusunda kendini eğitmiş kişidir. Dilerseniz siz
de
kendinizi eğitebilirsiniz.
Enstantane küçük bir andır;
ama o anı yakaladığınızda,
o an ömür boyu karşımızdadır.
28.08.2003
Perşembe 19.50
Şu
anda balkondayım. Yanımda babaannem var. Babam içeri
gitti.
Kitap yazıyor galiba. İki satır da benim katkım olsun.
Garibim
babaannem de böyle mahzun mahzun, bir ateş topu
gibi
görünen güneşin batışını izliyor. Bayan Vasfi'nin üstünde
değişik
renkte bir şal var. Manzara süper. Böyle masmavi bir
manzaranın
karşısında oturup yazı yazmak, kitap okumak ve
aval
aval bakmak insana büyük bir zevk veriyor.
Babaannem
"Tuğcan bir kayık alalım" diyor. Dağları delen
Sabahat
Dökmen, biz tekneyi ne yapalım? Nasıl kullanırız?
Alırız
ama babamın aldığı o gereksiz eşyalar gibi bir köşede
boş
boş durur. Haksız mıyım? Ya bu ses ne? Uçak desem
değil,
gök gürültüsü desem hiç değil. Burada
....................lütufta
bulunmuş defterine bir iki şey yazıyor,
şimdi
Üstün Bey bu işe kızar mı? Sanırım anlattıklarıyla tutarlı
davranmak
için kızmaz. Kızarsa onun problemi. Bre...
Değerli
okuyucularım, yukarıdaki çerçeve içindeki yazı
nereden
çıktı diye düşüneceksiniz. Olay şu: Bir yaz
akşamı
balkonda oturmuş bu kitabı yazıyordum; deftere
kalemle.
Yanımda küçük kızım (o yıl ilköğretimi
bitirmişti)
ve tekerlekli sandalyesinde annem oturuyordu.
Bir
ara içeri girdim. Balkona tekrar çıktığımda gördüm ki
kızım
deftere yukarıdaki yazıyı yazmış. Şaka olsun diye.
Silesim
gelmedi. Daha sonra çıkarırım diye düşündüm,
unuttum.
Yayınevindeki arkadaşlarım müsveddeyi temize
çekerken,
bilmeden bu yazıyı da yazmışlar. Yine içimden
silmek
gelmedi, kaldı. Sonra bir ara düşündüm ki, bu da
bir
enstantane ya da ne bileyim, bir güzel tesadüf. Öylece
bıraktım.
İşte bu yazının öyküsü bu. Devam edelim:
Galiba,
akıp giden zamandan elimizde kalan bir avuç şeye
enstantane
diyoruz. Sizin evinize bugüne kadar Ara Güler
hiç
gelmedi; bundan sonra da gelmeyecek. Bu demektir
ki,
evinizdeki, yakalanması mümkün binlerce enstantane
ziyan
oldu ve ziyan olacak. Ama üzülmeyin, evinizdeki
enstantaneleri
siz yakalayabilirsiniz.
Sizin evinize Ara Güler hiç gelmeyecek.
Evinizdeki ve yaşamınızdaki enstantaneleri
yakalamaktan siz sorumlusunuz.
Şu
an bu kitabı okumaktasınız. Birazdan okumayı
bırakacaksınız.
Ve tarih boyunca, şu andaki duruşunuz,
pozunuz
bir daha hiç varolmayacak. Bakın ve bu
enstantaneyi
fark edin. Gözlerinizle, zihninizle, içinde
sizin
de bulunduğunuz şu enstantaneyi yakalayın. Tek
kopya
halinde zihninizde saklı kalsın.
Şu
an evinizin en dağınık köşesini düşünün. Benim
görmemi
istemezsiniz. Ama bir fotoğraf sanatçısı gelip o
köşeyi
öyle bir açıdan çeker ki, sergilere koyarlar;
görseniz
iftihar edersiniz. O halde o köşeyi bugün siz fark
edin.
Gözlerinizle, zihninizle o köşenin resmini çekin.
Hiç
fark etmeden geçip gittiğimiz sokaklar vardır; kapı
önlerinde
çocuklar vardır. Ara Güler onları ölümsüz hale
getirmiştir.
Şemsi Güner onları ölümsüz hale getirmiştir.
Hiç
fark etmediğimiz, çalarken bile tam bakmadığımız
kapılar
vardır. Şakir Eczacıbaşı, Laleper Aytek veya
Yılmaz
Bulut, onları ölümsüz hale getirmiştir. Onlar,
binlerce
kez açılıp kapanan kapıların resmini bir kez
çektiler
sözgelişi; ve o bir defalık görüntü, çok uzun bir
zaman,
çok sayıda insan tarafından görülebilir oldu.
Sadece
(onlar değil; nice ressam, nice yazar, nice
fotoğrafçı...
Bizim
hiç duymadığımız, baktığımızda yalnızca pişmiş
hallerini
hayal ettiğimiz alabalıkların sesini Schubert
olmasaydı
nasıl duyabilirdik. Eğer Osman Hamdi Bey'in o
gözleri
olmasaydı, o halıları, o kaplumbağaları nasıl
görebilirdik.
Van Gogh'un o basit ve dağınık odasının, o
öylesine
atılıvermiş eski postallarının böylesine ihtişamlı
olduğunu,
o göstermese nasıl görebilirdik.
Ve
bugün, sizin tarafınızdan algılanan ve bir gün kay-l)
olacak
bir dünyayı, küçük--büyük, önemli--önemsiz
demeden,
siz topyekûn fark edip kucaklamazsanız, bir gün
kim
fark edecektir?
Yaşamınızdaki küçük şeylerde büyük tatlar bulmak
sizin sorumluluğunuzdur.
Sofrada,
yakınlarınızdan birisinin bardağa su doldurmasını
basit
bir olay olarak algılayabilirsiniz. Ya da bu olayı tarih
boyunca
tekrarı olmayacak bir enstantane, muhteşem bir
an
olarak da algılayabilirsiniz. Bir kadının bir odadan
diğerine
giderken eteğini savurması kocasının, veya bir
erkeğin
kravatını düzeltmesi karısının yıllar sonra hasretle
hatırlayacağı
bir anı olacak belki. Acaba bunları,
gördüğümüz
o ilk anda keyifle seyretsek ve keyif
aldığımızı
onlara söylesek nasıl olur?
Dünyada enstantane sıkıntısı yoktur; önemli olan
sizin
objektifinizin kaydetme gücüdür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder