Rekalm

21 Aralık 2013 Cumartesi

4 YAŞAMINIZDAKİ ENSTANTANELERİ YAKALAMAK: KÜÇÜK ŞEYLERDEN BÜYÜK MUTLULUKLAR ÜRETMEK


4
YAŞAMINIZDAKİ
ENSTANTANELERİ
YAKALAMAK:
KÜÇÜK ŞEYLERDEN
BÜYÜK
MUTLULUKLAR
ÜRETMEK
Günlük yaşamda karşınıza çıkan küçük olayları, kendinizi
ve çevrenizi mutsuz edecek şekilde, "çok büyük ve kötü"
olaylar olarak algılayabilirsiniz. Böyle bir gücünüz vardır.
Örneğin trafikte size haksız yere korna çalan birisini
aracınızla izleyip, sıkıştırıp, kavga edip, karakollara,
hastanelere düşebilirsiniz. Bunu becermeye yetecek
zihinsel ve bedensel gücünüz vardır.
Ama sizin aynı zamanda size haksız yere korna
çalınmasını küçük, önemsiz bir şey olarak algılama ve
sıkıntıya girmeme gücünüz de vardır.
Ve dahası, sizin, çevrenizdeki bazı küçük şeyleri fark edip
onlarda büyük lezzetler, büyük mutluluklar yakalama
gücünüz de vardır. Örneğin bir yolculukta, yoldan,
yolculuktan, teknolojiyle bütünleşiyor olmaktan* ötürü
keyif duymaya gücünüz vardır. Yaşamınızdaki enstantaneleri
yakalamaya gücünüz vardır. Eğer bunu
gerçekleştirirseniz -bir önceki bölümde belirtildiği gibiyarına
kalma ihtimaliniz artar. Eğer küçük şeylerde büyük
mutsuzluklar yakalar, üzülür kavgalar ederseniz, ölme
ihtimaliniz artar. Seçim size aittir.
Rezalet mi Nezaket mi; Felaket mi
Zarafet mi?
Epiktetus'un da dediği ve bugün psikolojideki bazı
yaklaşımlarda da vurgulandığı gibi, olaylar önemli
değildir, onları algılama şeklimiz önemlidir. Size korna
çalınmasını, anında cezalandırılması gereken büyük bir
kabalık olarak da algılayabilirsiniz, önemsiz bir ukalalık]
olarak da algılayabilirsiniz.
Olaylar önemli değildir, onları algılama şeklimiz
önemlidir.
Neyin önemli, neyin önemsiz olduğu, neyin kabalık, neyin
kibarlık olduğu, üç boyutta değişir: Kişiden kişiye değişir,
toplumdan topluma değişir, zaman içinde değişir.
Dünyada bazı kültürlerde misafire dil çıkarmak zarafet
sayılıyormuş. Eskiden Macaristan'da ev sahipleri, nezaket
gösterip "gece yatıya kal" anlamında misafirin at
arabasının tekerlerini söktürürlermiş. Şimdi biz
misafirimize dil çıkarsak zarafet değil felaket olur.
Misafirimizin arabasının dört lastiğini çıkarıp arabayı
takozlara oturtsak, nezaket değil rezalet olur.
İçinde yaşadığımız toplumun kültürüne, değerlerine uyup
uymamakta kısmen özgürüz. Tamamen özgür değiliz.
Şehir parkında tüfekle kuş avlamaya veya çırılçıplak
dolaşmaya karar verirsek ciddi problemler çıkar ortaya.
Bu konuda başınız emniyetle derde girdiğinde, "Bakın
benim çıplak dolaşmam küçük bir olaydır; fazla
büyütmeyin" demeniz, pek anlamlı değildir. Zamanı ve
mevcut toplumsal değerleri hiçe saymak konusunda
tamamen özgür değiliz. Ama bireysel boyutta, galiba
büyük ölçüde özgürlük var.
Örnek:
Çıplak dolaşamazsınız; ama sokakta yürürken elbisenizin
lekeli olduğunu gördüğünüzde, bu olayı bir felaket olarak
da algılayabilirsiniz, fazla büyütmeyebilirsiniz de.
Misafirinize dil çıkarıp çıkarmama konusunda tamamen
özgür değilsiniz. Misafirlerinize sürekli dil çıkarıyorsanız,
size gelen misafir sayısında, en azından azalma ortaya
çıkar. Ama misafire sunduğunuz cevizli kekin içinden
ceviz kabuğu çıktığında, günlerce üzülüp üzülmemekte,
bu olayı fazlaca büyütüp büyütmemekte tamamen
özgürünüz.
Yaşamınızda ortaya çıkan bazı aksilikleri büyük değil,
küçük olarak algılamak, bazı güzellikleri ise
büyük/önemli olarak algılamak mümkündür. Bu konuda
kendinizi eğitebilirsiniz. Başlangıç olarak şunu
düşünebilirsiniz: Karşılaştığınız olayları "rezillik mi"
yoksa "güzellik mi" olarak algılayacağınız; eğer
güzellikse ne büyüklükte bir güzellik olarak
algılayacağınız öğrenilebilen bir şeydir. Ve sizin bunu
öğrenmeye gücünüz vardır. (Ve tabii öğrenmeye direnme
konusunda da gücünüz vardır. Seçim size aittir.)
Yaşamınızdaki Enstantaneleri
Yakalamak
Fotoğraf sanatçıları enstantane yakalamaktan söz ederler.
Sürekli değişim içindeki bir dünyada, bir an için ortaya
çıkan ve tekrarı mümkün olmayan bir hareketin, bir
durumun fotoğrafını çekmek demektir enstantane
yakalamak.
Vesikalıklar enstantane değildir; poz veririz çünkü. Ama
Afgan kızın o bir anlık bakışı veya duvar dibindeki
amelelerin bir anlık varoluşları birer enstantanedir.
Enstantane küçük bir andır; ama o anı yakaladığınızda, o
an ömür boyu karşınızdadır.
Karşınıza çıkan birtakım olayları önemsemeyebilirsiniz.
Ya da onlardan bazılarını çekip çıkarma ve onlardan
büyük lezzetler alma konusunda, kısacası yaşantımızdaki
enstantaneleri yakalama konusunda kendinizi
eğitebilirsiniz.
Dünyada, bir insan olmadan kendi kendine enstantane
olmayı hak eden hiçbir manzara yoktur. Enstantane
sanatçının beynindedir. Sanatçı, enstantane yakalama
konusunda, daha doğrusu, bir şeyi enstantane haline
getirme konusunda kendini eğitmiş kişidir. Dilerseniz siz
de kendinizi eğitebilirsiniz.
Enstantane küçük bir andır;
ama o anı yakaladığınızda,
o an ömür boyu karşımızdadır.
28.08.2003 Perşembe 19.50
Şu anda balkondayım. Yanımda babaannem var. Babam içeri
gitti. Kitap yazıyor galiba. İki satır da benim katkım olsun.
Garibim babaannem de böyle mahzun mahzun, bir ateş topu
gibi görünen güneşin batışını izliyor. Bayan Vasfi'nin üstünde
değişik renkte bir şal var. Manzara süper. Böyle masmavi bir
manzaranın karşısında oturup yazı yazmak, kitap okumak ve
aval aval bakmak insana büyük bir zevk veriyor.
Babaannem "Tuğcan bir kayık alalım" diyor. Dağları delen
Sabahat Dökmen, biz tekneyi ne yapalım? Nasıl kullanırız?
Alırız ama babamın aldığı o gereksiz eşyalar gibi bir köşede
boş boş durur. Haksız mıyım? Ya bu ses ne? Uçak desem
değil, gök gürültüsü desem hiç değil. Burada
....................lütufta bulunmuş defterine bir iki şey yazıyor,
şimdi Üstün Bey bu işe kızar mı? Sanırım anlattıklarıyla tutarlı
davranmak için kızmaz. Kızarsa onun problemi. Bre...
Değerli okuyucularım, yukarıdaki çerçeve içindeki yazı
nereden çıktı diye düşüneceksiniz. Olay şu: Bir yaz
akşamı balkonda oturmuş bu kitabı yazıyordum; deftere
kalemle. Yanımda küçük kızım (o yıl ilköğretimi
bitirmişti) ve tekerlekli sandalyesinde annem oturuyordu.
Bir ara içeri girdim. Balkona tekrar çıktığımda gördüm ki
kızım deftere yukarıdaki yazıyı yazmış. Şaka olsun diye.
Silesim gelmedi. Daha sonra çıkarırım diye düşündüm,
unuttum. Yayınevindeki arkadaşlarım müsveddeyi temize
çekerken, bilmeden bu yazıyı da yazmışlar. Yine içimden
silmek gelmedi, kaldı. Sonra bir ara düşündüm ki, bu da
bir enstantane ya da ne bileyim, bir güzel tesadüf. Öylece
bıraktım. İşte bu yazının öyküsü bu. Devam edelim:
Galiba, akıp giden zamandan elimizde kalan bir avuç şeye
enstantane diyoruz. Sizin evinize bugüne kadar Ara Güler
hiç gelmedi; bundan sonra da gelmeyecek. Bu demektir
ki, evinizdeki, yakalanması mümkün binlerce enstantane
ziyan oldu ve ziyan olacak. Ama üzülmeyin, evinizdeki
enstantaneleri siz yakalayabilirsiniz.
Sizin evinize Ara Güler hiç gelmeyecek.
Evinizdeki ve yaşamınızdaki enstantaneleri
yakalamaktan siz sorumlusunuz.
Şu an bu kitabı okumaktasınız. Birazdan okumayı
bırakacaksınız. Ve tarih boyunca, şu andaki duruşunuz,
pozunuz bir daha hiç varolmayacak. Bakın ve bu
enstantaneyi fark edin. Gözlerinizle, zihninizle, içinde
sizin de bulunduğunuz şu enstantaneyi yakalayın. Tek
kopya halinde zihninizde saklı kalsın.
Şu an evinizin en dağınık köşesini düşünün. Benim
görmemi istemezsiniz. Ama bir fotoğraf sanatçısı gelip o
köşeyi öyle bir açıdan çeker ki, sergilere koyarlar;
görseniz iftihar edersiniz. O halde o köşeyi bugün siz fark
edin. Gözlerinizle, zihninizle o köşenin resmini çekin.
Hiç fark etmeden geçip gittiğimiz sokaklar vardır; kapı
önlerinde çocuklar vardır. Ara Güler onları ölümsüz hale
getirmiştir. Şemsi Güner onları ölümsüz hale getirmiştir.
Hiç fark etmediğimiz, çalarken bile tam bakmadığımız
kapılar vardır. Şakir Eczacıbaşı, Laleper Aytek veya
Yılmaz Bulut, onları ölümsüz hale getirmiştir. Onlar,
binlerce kez açılıp kapanan kapıların resmini bir kez
çektiler sözgelişi; ve o bir defalık görüntü, çok uzun bir
zaman, çok sayıda insan tarafından görülebilir oldu.
Sadece (onlar değil; nice ressam, nice yazar, nice
fotoğrafçı...
Bizim hiç duymadığımız, baktığımızda yalnızca pişmiş
hallerini hayal ettiğimiz alabalıkların sesini Schubert
olmasaydı nasıl duyabilirdik. Eğer Osman Hamdi Bey'in o
gözleri olmasaydı, o halıları, o kaplumbağaları nasıl
görebilirdik. Van Gogh'un o basit ve dağınık odasının, o
öylesine atılıvermiş eski postallarının böylesine ihtişamlı
olduğunu, o göstermese nasıl görebilirdik.
Ve bugün, sizin tarafınızdan algılanan ve bir gün kay-l)
olacak bir dünyayı, küçük--büyük, önemli--önemsiz
demeden, siz topyekûn fark edip kucaklamazsanız, bir gün
kim fark edecektir?
Yaşamınızdaki küçük şeylerde büyük tatlar bulmak
sizin sorumluluğunuzdur.
Sofrada, yakınlarınızdan birisinin bardağa su doldurmasını
basit bir olay olarak algılayabilirsiniz. Ya da bu olayı tarih
boyunca tekrarı olmayacak bir enstantane, muhteşem bir
an olarak da algılayabilirsiniz. Bir kadının bir odadan
diğerine giderken eteğini savurması kocasının, veya bir
erkeğin kravatını düzeltmesi karısının yıllar sonra hasretle
hatırlayacağı bir anı olacak belki. Acaba bunları,
gördüğümüz o ilk anda keyifle seyretsek ve keyif
aldığımızı onlara söylesek nasıl olur?
Dünyada enstantane sıkıntısı yoktur; önemli olan sizin
objektifinizin kaydetme gücüdür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder