14
MARİFET İLTİFATA
TÂBİDİR
Dilimizde,
dünden gelen birtakım atasözleri var. Bugün
bunlardan
bazılarını hâlâ beğeniyoruz, bugünkü
bilgilerimize
uygun buluyoruz, bazılarını ise
beğenmiyoruz*.
Örneğin "Kızını dövmeyen dizini döver"
sözü,
eğitim psikolojisi kapsamındaki günümüz
bilgileriyle
bağdaşmıyor, tedavülden kalkmış gözüküyor.
Ancak
bazı atasözleri hâlâ geçerli. Bunlardan birisi şu:
"Marifet
iltifata tâbidir."
"Marifet
iltifata tâbidir" sözü, bir insanda bir beceri
geliştirmek
istediğimizde, o insana iltifat etmek
gerektiğini
belirtiyor. Bu söz, psikolojideki edimsel
(operant)
şartlama yaklaşımını adeta özetlemektedir.
* Eğer
dünyadaki bütün dillerde söylenmiş bütün atasözlerini gözden
geçirecek
olsak, sanırım hemen her konuda, birbirinin zıttı nitelikte atasözü
bulabilirsiniz.
Kültürler ve zamanlar arasındaki farklılıklar, atasözlerine de
yansımış
olsa gerek.
Edimsel
şartlama kısaca şu: Bir insan veya hayvan, belirli
bir
uyarıcı karşısında bir davranış sergilediğinde, eğer bir
pekiştireç
elde ederse -örneğin bir yiyecek veya aferin
alırsa-
gelecekte aynı davranışı sergileme ihtimali artar.
Köpeğiniz,
adını söylediğinizde yanınıza gelse, siz de ona
yiyecek
verseniz -veya yalnızca sevseniz-, ilerde adını
söylediğinizde
yanınıza gelme ihtimali yükselir. Ya da
diyelim
ki bir çocuk eline bir kitap aldı ve resimlerine
bakmaya
başladı; siz ona "aferin" derseniz, gelecekte
çocuğun
aynı davranışı tekrarlama ihtimali artar.
Kısacası
siz, hayvanlara veya insanlara, bir şekilde iltifat
ederseniz
(yiyecekle veya aferin vererek iltifat ederseniz),
onların
kendilerine özgü marifetler/beceriler edinmelerine
katkıda
bulunmuş olursunuz.
(Bu
noktada şunu belirtmekte yarar var: Edimsel
şartlamada,
dış kaynaklı/güdümlü bir öğrenme, daha
doğrusu
bir "öğretme" söz konusudur. Çocuğun yaşı
büyüdükçe,
dışarıdan verilen
geribildirimlerin/pekiştireçlerin
yerini iç kaynaklı aferinler
almalıdır.
Örneğin bir genç, birileri ona "aferin" dediği
için
değil, başarmaktan haz duyduğu için çalışmalıdır.
Ancak
çocuklar büyüdüklerinde, dışarıdan verilen
aferinler,
azalarak da olsa devam etmelidir. Yetişkinlerin
de,
ara ara da olsa aferin'e ihtiyaçları vardır.)
Marifet
iltifata tâbidir sözü, geleneksel kültürümüzün
sezgi
gücünü sergiliyor. Gerçi somut--soyut (yani yiyecek
vererek
veya överek) iltifat etmek, bir beceri geliştirmede
tek
yol değildir, insanlar hatta hayvanlar, model alma veya
keşfetme
yoluyla da öğrenirler. Ancak pekiştireç
verme/iltifat
etme de öğretmede önemli bir yoldur.
Okulda
aferin, evlilikte iltifatın her türlüsü, işyerinde
para-övgü,
sokakta teşekkür, insanların gelişmelerine,
mutlu
olmalarına yol açar.
Bilime,
Sanata, Spora İltifat
Kişiler
iltifat yoluyla gelişebilirler; aynı zamanda
çevrelerine
iltifat ederek veya etmeyerek çevrelerini
şekillendirirler.
İbn-i Sina "Bilim ve sanat iltifat
görmediği
ülkeyi terk eder" demiş.
Eğer
bilime, sanata iltifat ederseniz bunları geliştirirsiniz.
Doğaya
iltifat ederseniz, doğal yaşamı korursunuz. Ava
iltifat
ederseniz, doğal yaşamı zedeleyebilirsiniz.
Spora
iltifat ederseniz sporu geliştirirsiniz. Gördüğüm
kadarıyla
toplum olarak spora yeni yeni iltifat etmeye
başladık.
Ben ilkokuldayken, resim, müzik, beden eğitimi
derslerinde
çoğunlukla matematik yapardık. Günümüzde
artık
böyle değil; resim dersinde resim yapılıyor. Ancak
yine
de toplumca, futbol dışındaki sporlara yeterince ilgi
göstermediğimizi
düşünüyorum. Halen okullarımızda
veli--öğretmen
görüşmelerinde fizik, matematik
öğretmenlerinin
kapısında kuyruklar oluşuyor da, ne
hikmetse
resim, müzik öğretmenlerinin kapılarında
kuyruklar
oluşmuyor.
Benim ülkem ne zaman ki resim, müzik, beden eğitimi
öğretmenlerinin
kapısında kuyruk olacak,
biz o zaman resimde, müzikte, sporda ve
bunların etkisiyle bilimde daha başarılı olacağız.
Arazi
Olmaya Değil, Araziye İltifat
Etmeli
Neye
iltifat ederseniz ona müstahak olursunuz (onu hak
edersiniz).
Ülkemize şöyle bir bakınız; insanımız arazisine
değil,
arazi olmaya iltifat ediyor. Şöyle:
Askere
giden gençlere, yarı şaka yarı ciddi "Aklın varsa
askerde
arazi olacaksın" diye öğüt verirler. Genç de tutar,
arazi
olmaya, ortalarda gözükmemeye çalışır. Bazı
işyerlerinde
insanlar, adı resmen konmasa da arazi olmaya
çalışırlar.
Yeni evlenen erkeklere, tecrübeli erkeklerin yarı
şaka
yarı ciddi bir önerisi vardır: 'Yardım ediyorum diye
mutfağa
gir, karının bardaklarını kaza süsü vererek kır;
seni
bir daha mutfağa sokmaz. " Yani mutfakta da arazi
olmasını
öğütlerler. Eh, artık herhalde ülkede de arazi ol,
etliye,
sütlüye karışma, bana dokunmayan yılan bin
yaşasın
de! Bu kadar arazi olmak da kötü. Çünkü, bugün
arazi
olan yarın arazisiz kalır.
Bugün arazi olan yarın arazisiz kalır.
Arazi olmayın, arazinize sarılın.
Eğer siz toprağa iltifat ederseniz,
toprak da size eder.
Benim
vatandaşım, üreterek kazanmak yerine toprağını
satarak
kazanmayı tercih ediyor. Bu yıllardır böyle.
Kıyılardaki
zeytinlikleri, narenciye bahçelerini sattı,
içerlerdeki
buğday tarlalarını sattı benim vatandaşım.
Zeytin,
buğday üreterek kazanmak yerine, topraklarını
satıp
şehirde bir apartman dairesi almayı tercih ediyor.
Elinde
kalan beş--on milyar parayla hayat boyu geçinirim
sanıyor.
Oysa hazıra dağlar dayanmaz. (Vatandaşımın
satarak
kazanma tercihinde yanlışlık olabilir; ancak onu
bugüne
getiren şartlarda da yanlışlıklar var. Sözgelişi,
eğer
kırsal kesimdeki yaşam şartlan onu tatmin etseydi,
üreterek
kazanmayı tercih edebilirdi. Eğer köy enstitüleri
kapatılmamış
olsaydı, köyünde oturup üreterek
kazanmaya
iltifat edebilirdi.)
Yanlış
İltifat, Yanlış Beceri
("Benim
oğlan pek zeki... ")
Edimsel
şartlamada "tesadüfi pekiştirme" denilen bir olay
vardır.
Gelişigüzel verilen ödüller, hedeflenmeyen
davranışların
ortaya çıkmasına yol açabilir. Tasmasından
tutmuş,
köpeğinizi gezdirmektesiniz diyelim. Koşmaya
başladığında,
onu yavaşlatmak amacıyla 'Yavaş!" diyerek
tutup
severseniz, farkında olmadan, koşmamasını değil,
koşmasını
pekiştirmiş olabilirsiniz. Gelecekte, siz "Yavaş"
dediğinizde
koşma ihtimali artacaktır.
Bazen
bir çocuk elini ağzına sokar, ana babası "Sokma"
diyerek
elini tutar, onu kucağına alır. Ana babanın bu
davranışı,
çocuk için ilgi görmek anlamına gelir; bu ilgiyi
sürdürmek
amacıyla elini ağzına sokmaya devam eder.
Böylece
çocuğun elini ağzına sokmaması değil, sokması
pekiştirilmiş
olur. Tesadüfi pekiştirme sayabileceğimiz bu
olayda,
yanlış iltifat, istenmeyen bir davranışın ortaya
çıkmasına
yol açmıştır.
Yerinde
kullanılmayan iltifatlar yersiz marifetlere yol
açabilir.
Bu konuda bir örnek:
Nice
baba oğluyla iftihar ederken, oğlunun dinlediğini
fark
etmeksizin birilerine, "Bu oğlan çok zeki; sınıfta
öğretmeni
bir dinler, hemen kapar; artık bir daha kitabı
okuması
gerekmez" der. Bu konuşmaya kulak misafiri
olan
oğlanlar galiba şu sonucu çıkarıyorlar: "Ben zekiyim
(babam
öyle diyor), öğretmeni bir dinleyip hemen
kapıyorum,
artık bir daha okumam gerekmiyor. Benim
kadar
zeki olmayanların, aptalların, ineklerin, harıl harıl
okumaları
gerekebilir. Ama çok şükür ben zekiyim. " İşte
bilinçsizce
pekiştirme sonucunda ortaya çıkan bir yargı:
"Ben zekiyim; okumam şart değil!."
Baba
çocukta böyle bir yargı oluşturmayı hedeflememişti.
Ancak
bu yargı ve bunun devamı olarak çıkacak
"okumama
davranışı" çocuğu hayatı boyunca etkileyebilir.
(Burada
babanın bir hatası daha var. O da şu: "Zeka eşittir
ezberleme
becerisi" sanıyor. Oysa, yeni bilgileri
keşfetmek/
üretmek de en az ezberlemek kadar, belki
ondan
fazla zeka belirtisidir.)
Ailede İltifat/-sızlık
Aile
üyeleri birbirlerine iltifat etmeli. Karı koca
birbirlerine
zaman zaman iltifat etmeli. Kadın ve erkek, o
güne
kadar eşinden aldığı güzel şeylerin ne olduğunu
söylemeli.
Sözgelişi "Bana güven verdin" veya "Bunca yıl
evimizin
rızkını çıkardın" ya da "Seninle birlikte olmak
keyifli;
senin yanında kendimi rahat
hissettim/hissediyorum"
demeli. Eşimizin, mutlaka bizi
rahatsız
eden davranışları vardır; bunları söyleyelim. Ama
lütfen,
onun bizi olumlu yönde etkileyen geçmişe veya şu
ana
ait olumlu duygularını, düşüncelerini, davranışlarını
da
dile getirelim, insanlar, birbirlerinin
eksilerini/eksiklerini
yakalamak için gözlerini dört açarlar
da,
artılarını, olumlu yanlarını yakalamak için aynı dikkati
göstermezler.
Bugüne
kadar köyde, kentte nice ailenin sofrasına konuk
oldum.
Bir kısmı akrabalarımdı, bir kısmı dostlarım. Aile
üyeleri,
çocuklar, babalar, zaman zaman evin annesine
yemeklerde
gördükleri eksikleri söylediler, şunun tuzu
çok,
bu biraz daha pişmeliydi dediler de, şöyle bir yürek
dolusu,
"Ellerine sağlık, pek güzel olmuş" denildiğini az
duydum.
Lokantalarda, yemekte bir eksik gören kimi
müşteri,
aşçıya iletilmesi amacıyla bu durumu garsona
söyler.
Ancak, başarısı için aşçıyı kutladığını söyleyen çok
az
kişi gördüm.
Konferanslarımda
izleyicilere bazen, "Tipik bir baba,
çocuklarına
duygularını ifade eder mi?" diye soruyorum.
Gurup
hep bir ağızdan -bazen yüzlerce kişi- "Etmez" diye
cevap
veriyor. O zaman, "Arkadaşlar, olumsuz yanlarını
ifade
eder, olumlu yanlarını ifade etmez" diyorum.
Gülüyorlar.
Bazen de şöyle devam ediyorum: "Bir baba
için
sövmek kolay, övmek zordur."
Peki
niçin böyle? Niçin çevremizdekilere olumsuz
eleştirileri
rahatça yöneltiyoruz da olumluları
yöneltemiyoruz?
Bu konuda pek çok yorum yapılabilir.
Şüphesiz
konunun tarihsel, kültürel, sosyolojik nedenleri
var.
Belki olumluyu söylediğimizde, eski bir alışkanlıkla
nazar
değeceğinden korkuyoruz. Belki olumsuzu
söylemek,
öfkeli bir avcı davranışı ve bu davranış
toplumda
prim yapıyor, statüyü yükseltiyor ve eleştiren
kendisini
güçlü hissediyor. Bu ve bunlara benzer derin
yorumlar
yapılabilir; ancak konunun basit yorumlarından
birisi
şu:
İnsanlar olumsuz eleştiride bulunmayı
birbirlerinden öğreniyorlar, özellikle bu konuda
büyüklerini model alıyorlar.
Eğer
böyleyse, bu konuda yeni bir öğrenme
gerçekleştirmek,
olumluyu söylemeyi alışkanlık haline
getirmek
mümkündür. Bu yeni öğrenme sürecinde ilk
adım,
olumsuzları söylemeyi alışkanlık haline
getirdiğimizi
fark etmek olmalıdır.
Aile
içinde yakınlarımızın sürekli eksiklerini,
istemediğimiz
davranışlarını gözleyip söyleyebiliriz. Ama
bunun
yanı sıra onların güzel davranışlarını da gözleyip
söyleyebiliriz.
Sözgelişi kayınvalidenizin, size göre pek
çok
olumsuz davranışı bulunabilir; ama onun en az iki de
olumlu
özelliği vardır. Bir, eşinizi doğurmuş ve
büyütmüştür.
İki, çocuklarınızın
anneannesi/babaannesi'dir.
Bunu hiç düşündünüz mü?
Kayınvalidenizin birtakım eksileri bulunabilir;
ama en az iki de artısı vardır: Eşinizi doğurmuştur
ve
çocuklarınızın ninesidir.
Ailelerde
kavgalar da olur, şirinlikler de. Aradan yıllar
geçtiğinde
hatırlananlar, hatırlanmak istenenler genellikle
güzelliklerdir,
iltifatlardır. Annem ile babam arada
tartışırlardı,
kavga ederlerdi; ama birbirlerine sevgiyle
seslendikleri
de olurdu, muhabbetleri de çoktu. Şimdi
çocukluğuma
dönüp baktığımda kavgalarını, kavga
ederken
birbirlerine ne söylediklerini hiç hatırlamıyorum.
Yalnızca
birbirlerine söyledikleri güzel sözler kalmış
hatırımda.
Birbirlerine Sabahat'cığım, Salih'ciğim
demelerini
hatırlıyorum, bir de babamın banyodan çıkma
törenini.
Televizyonda paylaştım, okuyucularımla da
paylaşmak
isterim.
Kubbemde
Baki Kalan: Babamın Banyodan
Çıkma
Töreni
Çocukluk
anılarım arasında annemin banyodan nasıl çıktığına
ilişkin
bir resim yoktur; çünkü törensizdi. Babamın banyodan
çıkışları
ise bugünkü gibi aklımdadır, çünkü babamın
banyodan
her çıkışında küçük çaplı bir tören yapılırdı
evimizde.
Aksıranlara "Çok yaşa" denmesi gibi alışkanlık
haline
gelmiş, annemle babamın yıllarca bıkmadan usanmadan
ciddiyetle
sergiledikleri bir törendi bu. Babam yıkanır,
kurulanır,
giyinir, banyonun eşiğinde durup "Ceee!" diyen
çocuklar
gibi "Çıktım açıklara!" diye
bağırırdı. Annem de ona
her
seferinde aynı ciddiyet, aynı sevecenlikle "Canım benim,
sıhhatler olsun" diye
karşılık verirdi. Bunları dediler de ne
oldu?
Çok iyi oldu. İyi ki öyle dediler; iyi ki öyle seslendiler. Bu
şirin
tören, bu rutin, tarih boyunca evimizde
tekrarlanmayacaktır.
Çünkü artık babam hayatta değil. Bu
kubbede
baki kalan, gerçekten hoş sadalardır. Zihnimde,
kubbemde
baki kalan, onların birbirlerine sevecenlikle
söyledikleri
o hoş sözlerdir. Kavga ettikleri zaman birbirlerine
ne
söylediklerini gerçekten hatırlamıyorum. Sevgi sözcüklerini
hatırlıyorum,
üstelik hasretle hatırlıyorum.
Sizler
sevgili okuyucularım, bugün evlerinizde bağırıp çağırıyor
olabilirsiniz.
Sanırım aradan kırk yıl geçtiği zaman,
çocuklarınız
bağırmalarınızı, itip kakmalarınızı hasretle
hatırlamayacaklardır.
Aradan kırk yıl geçtiği zaman
çocuklarınız,
güzel geçmiş bir bayram gününü, keyifli bir
pazarı
hasretle hatırlayacaklardır. Baki kalacak şey, sizin güzel
sözleriniz
olacaktır.
İşyerlerinde
elemanlarınıza bağırıp çağırmalarınızı yıllar sonra
kimse
hasretle hatırlamayacaktır. Hasretle hatırlayacakları şey,
bunaldıklarında
yüreklendiren bir cümleniz, işe yeni
başladıklarında
dostça sergilediğiniz bir tavır olacaktır.
Yarınlarda
baki kalacak şey, bugünlerdeki hoş sadalardır.
İşyerinde İltifat/-sızlık
Çevreme
bakıyorum, işyerlerinde birbirlerine iltifat
etmeyen
insanlar görüyorum. Nice amir, elemanına doğru
yaptığı
bir iş için teşekkür etmiyor, "Teşekküre ne gerek
var,
bunu yapmak için para alıyor" diye düşünüyor. Hatta
bu
düşüncesini dile getiriyor.
Gözlediğim
kadarıyla amirler memurlara iltifat etmiyor,
memurlar
da amirlere etmiyor. Amirin memura iltifat
etmesi
adetten değildir. Kafalarda olan belki de şu: Eğer
amir
memuruna iltifat ederse, amirin otoritesi sarsılabilir,
memur
şımarabilir, yüz bulur zam ister, hiç olmadı izin
ister.
Eğer memur amirine iltifat ederse, kafalarda klişe
hazırdır;
amirine iltifat eden memur, yağcılıkla,
yalakalıkla,
dalkavuklukla veya yöresel ifadelerimizden
birisi
olan omolukla suçlanır.
Bütün
bunlar gerçekçi mi, yoksa kafalarımızdaki gerçekçi
olmayan
şemaların/şablonların mı ürünü? İşyerlerinde,
gerçekten
amir ile memur arasında büyükçe bir mesafe mi
bulunmalı,
yoksa bulunması gerekli doğal mesafeyi
abartıyor
muyuz?
Sanırım
amir ile memur arasındaki uzak durma problemi,
işyerlerine
özgü değil, günlük yaşamımızın hemen her
alanında
karşımıza çıkıyor. Örneğin babalar ile çocukları
arasında
da benzeri kopukluğu yaygın olarak görmek
mümkün.
Eskiye göre azalmakla birlikte halen sürüyor,
nice
oğlan, kız babasına onunla gurur duyduğunu açıkça
söyleyemiyor,
babasına iltifat edemiyor. Bırakın iltifatı,
babasıyla
rahatlıkla konuşamıyor. Ve ne yazık ki nice
baba,
oğlunu, kızını bağrına basıp şöyle bir dolu dolu
öpemiyor.
Hadi işyerlerinde mesafeli duruş gerekli
diyelim.
Evde de mi gerekli? Hadi diyelim memurun
amirini
övmesi yağcılıktır. Aile içinde birbirimizi övmek
de
mi yağcılık?
Hemen
her ortamda insanlar arasındaki ilişkilerde -fiziksel
ve
psikolojik anlamda- belirli bir mesafe gerekebilir.
Ancak
bu mesafeyi, kişisel kaygılarımızdan ötürü
gereğinden
büyük tuttuğumuzda, iletişimde sorunlar
ortaya
çıkıyor, gerginliğimiz artıyor, hatta bunların
uzantısı
olarak psikosomatik rahatsızlıklar beliriyor.
Eğer
amirlerin memurları, gerektikçe, gerçekçi bir şekilde
övmeleri
yaygın bir tavır olursa, o zaman insanların bunu
yadırgamaları,
şımarmaları söz konusu olmaz. Ve eğer bir
amir
kendine güveniyorsa, memurundan gelen hak ettiği
övgüleri
yağcılık olarak algılamaz. (Kendilerine güvenleri
az
olan kişiler, ne söylerseniz söyleyin yadırgarlar;
övseniz
bile hayra yormazlar.) Hem birbirimize iyi
davranmak,
birbirimizi yüreklendirmek hem de işimizi iyi
yapmak
mümkündür.
Tarihten Bugüne İltifat/-sızlık
Bu
konuda tarihten iki örnek sunmak istiyorum. Birincisi
gerçek,
ikincisi rivayet.
Osmanlı'nın
son dönemlerinde zengin bir adamın iftar
sofraları
ün salmış. Bunu duyan padişah bir akşam
habersizce
konuk gitmiş bu kişiye. Ev sahibi
telaşlanmamış.
Sadece adamlarına, günlük takımlar yerine
altın-gümüş
çatal bıçak koymalarını söylemiş. Padişah
bakmış,
sofrada her şey mükemmel; yemekler güzel,
hizmet
kusursuz. Yemeğin sonlarına doğru kristal hoşaf
kasesinin
eğri olduğunu fark etmiş ve hemen bunu ev
sahibine
söylemiş. "Çelebi, kaselerin eğridir" demiş. Ev
sahibi,
"Hünkârım, kaseler buzdandır" diye karşılık
vermiş.
Meğer hoşafı buzdan yapılmış kaselerde
sunmuşlar.
(Böyle bir kasede hoşaf içmek ilginç ve keyifli
olsa
gerek.) Padişah hatalı bir çıkış yaptığını düşünmüş,
canı
sıkılmış.
Büyük
ihtimalle padişah iftar için ev sahibine teşekkür
etmiştir.
Ancak bunun yanı sıra, hepimizin pek çok zaman
yaptığımız
bir şeyi yapmış, nice olumlu ayrıntıyı tek tek
vurgulamamış
ama gördüğü olumsuz bir ayrıntının
alelacele
altını çizip söyleyivermiş. Evlerde ve
işyerlerinde
aynı tavrı sürekli sergilemiyor muyuz?
Övgüde, iltifatta mehter adımı gidiyoruz da,
olumsuzu söylemekte dörtnalayız.
Bir
zamanlar padişahlar, vezirleri başarılı olduklarında,
kürkler
giydirerek, hediyeler vererek onları
onurlandırırlardı.
Ancak, bazen en ufak bir hataları üzerine
onları
idam ettirirlerdi. Piri Reis'in gerek askeri gerekse
bilim
alanında pek çok başarısı olmuştu; ancak seksen
yaşlarındayken
bir seferdeki hatasından ötürü idam edildi.
Geçmişteki
bu tavır, bence günümüzde de, biraz stilize
olmuş
halde de olsa devam ediyor. Şöyle:
İnsanlar
birbirlerine bakıyorlar, bir hata görüyorlar,
ardından
da "Bir hatasını gördüm, çizdim üstünü abi; bir
davranışını
gördüm notunu verdim, sıfır" diyorlar. Bunun
sonucunda
da ya küsüyorlar ya da birilerini işten
atıveriyorlar.
Veya gençliklerinde nice emeği geçmiş
çalışanlara,
politikacılara yaşlandıklarında, onların son
hallerine
bakıp "dinozor" diyorlar, onca hizmetlerini
unutuveriyorlar.
Galiba tarih böyle tekerrür ediyor.
Rivayete
göre bir sadrazam sade bir vatandaşla tavla
oynarmış.
Oynarken zaman zaman oyun arkadaşına "Al
efendim,
ver efendim, buyur efendim" dermiş. Bir
sadrazamın
halktan birisine kibar davranmasını
yadırgayan
bir yakını ona niçin böyle davrandığını
sormuş.
Sadrazam, 'Ben arada padişahla da tavla, satranç
oynuyorum.
Şimdi buna al ulan, ver ulan dersem, ağzım
alışır
da bir gün ya padişaha da öyle dersem" diye cevap
vermiş.
Sadrazam, vatandaşa endişesinden ötürü kibar
davranıyormuş.
Her yerde, her zaman çevremizdekilere
kibar
davranmalıyız. Biraz endişemizden ötürü, -bu
yetmez-,
biraz da genelde insana olan saygımızdan ötürü
ağzımızı
iyiye, güzele, iltifata alıştırmalıyız.
Çocuklarımıza
kötü modeller sergilememek için,
birbirimizi
kırmamak için.
Az
İltifat, Az Marifet, Övgüden
Kaçınma,
Eleştiriye Rağbet
Çevremize
iki tür eleştiri yöneltebiliriz: Olumlu eleştiri,
olumsuz
eleştiri.
Şimdi
lütfen bir düşünür müsünüz? Evinizde, işyerinizde,
okulunuzda...
çevrenizdeki insanlara, daha
çok
olumlu eleştiri mi yöneltiyorsunuz, yoksa olumsuz
eleştiri
mi?
Galiba
çoğunluğumuz olumsuz eleştirileri daha fazla
yöneltiyoruz.
Her
yaşta çevreden gelen mesajlara/geribildirimlere
ihtiyacımız
vardır. Bu mesajlar olumlu veya olumsuz
olabilir.
Hepsi davranışlarımıza yön verir; toplumda,
doğada
yapılması ve yapılmaması gerekenler konusunda
bu
mesajları ölçüt alırız. Kısacası çevremizden gelen
olumlu
mesajlar da olumsuz mesajlar da işe yarar, bizi
geliştirir.
Ancak
olumlu mesajların bir işlevi daha vardır: Olumlu
mesajlar,
olumlu eleştiriler bizi geliştirmenin yanı sıra
mutlu
eder, yüreklendirir, motivasyonumuzu artırır.
Olumlu
eleştiriler bizde marifet geliştirir.
Olumlu
eleştirilerin az olması, insanların marifet/beceri
geliştirmelerini
zorlaştırır. Çünkü ceza/eleştiri, daha çok,
belirli
bir davranışı yapmamayı öğretir. (Üstelik ceza,
mevcut
olduğunda etkilidir; ceza ortadan kalktığında,
bastırdığı
davranışın görülme ihtimali artar.)
Labirentteki
Fareye İltifat
Ceza/eleştiri,
bir davranışı yapmamayı öğretebilir. Ancak
karmaşık
bir davranışı, hele hele bir bakış tarzını ceza ile
öğretmek
mümkün değildir. Örnek:
Labirente
koyduğunuz bir fareye, elektrik şoku vererek bir
pedala
dokunmamayı öğretebilirsiniz. (Pedala
dokunduğunda
birkaç defa şok verirseniz kısa sürede
dokunmamayı
öğrenir. Burada korku koşullaması yoluyla
fobi
oluşturulması söz konusudur; pedal karşısında kaçma
ve
kaçınma sergileyen farede pedal fobisi yerleşir.) Ancak
aynı
fareye, labirentten çıkış yolunu şok vererek
öğretmek,
son derece zordur. Fareye çıkışı öğretmek
istiyorsak,
hedefe yönelik doğru davranışlarını
ödüllendirmek/pekiştirmek
(bu amaçla daha çok şekerli su
verilir),
bir anlamda fareye iltifat etmek gerekir.
Bir
başka örnek: Bir insana ufak şoklar vererek, bağırıp
çağırarak,
belirli bir araca dokunmamayı öğretebilirsiniz.
Ama
aynı insana şok vererek veya bağırarak, matematiği,
dürüst
olmayı veya mutlu olmayı öğretemezsiniz. Bunları
öğretebilmek
için o kişiye geribildirimler vermelisiniz,
iltifat.
etmelisiniz, gerektiğinde davranışlarınızla model
olmalısınız.
Marifet
iltifata tâbidir; ceza faydasız, övgü keyif halidir.
(Bu
cümlenin ikinci yarımını, eski söyleme benzeterek
bendeniz
ekledi. )
Öğrenme, keyifle olmalıdır;
öğrenme sırasında, kişinin iç ve dış ortamı rahat
olmalıdır.
Bir
gün Ankara'da Milli Eğitim Şûra Salonu'nda bir
öğretmen
grubuna konferans veriyordum. Bir ara,
çevremize
olumlu eleştirileri az, olumsuzları daha fazla
yönelttiğimizden
söz ettim ve o an aklıma gelen şu soruyu
sordum:
"Değerli öğretmenlerim, eminim, sınıfta 'aferin'i
etkili
bir araç olarak kullanıyorsunuz. Peki, sınıfta
kullandığınız
aferinlerin, övgülerin yüzde kaçını evde
eşinize
yöneltiyorsunuz?" Çoğunluk gülümsedi, evde pek
fazla
aferin vermediklerini söylediler. Bir başka gün bir
grup
-çoğunluğu erkek- banka müdürüyle konuşuyordum,
benzerini
onlara sordum. Şöyle dedim: "Eminim, şubede
elemanlarınızın
bir sorunu olunca, onları ilgiyle, anlayışla
uzun
uzun dinliyorsunuzdur. Elemanlarınıza gösterdiğiniz
bu
'anlayışlı dinleyici tavrını' evde eşinize de gösteriyor
musunuz?"
"Hayır evde yorgun oluyoruz; ne dinlemeye
halimiz
oluyor ne konuşmaya" dediler.
Sadece
öğretmenler veya bankacılar değil, hemen herkes
benzer
şekilde davranıyor galiba.
Yakınlarımıza kızmayı doğal, onları dinlemeyi,
onlara güzel şeyler söylemeyi gereksiz buluyoruz.
Labirentlerden
Çıkarma Yolu
Karmaşık
bir labirentteki fareye çıkış yolunu öğretmek
istiyorsak,
farenin davranışlarına şekil veririz, yani hedefe
yönelik
küçük adımlarından sonra küçük ödüller veririz*.
Çıkış
yolunu buldurmak için iki yaklaşım daha
düşünebiliriz;
ancak bunlar etkili değildir. Ceza
verebiliriz,
işe yaramaz. Fareyi kendi haline bırakıp çıkışı
kendi
kendine bulmasını bekleyebiliriz; bunun
gerçekleşmesi
ise küçük bir ihtimaldir.
Fareye
labirentin çıkışını öğretmenin en güvenli yolu,
hedefe
yönelik küçük doğrularına küçük ödüller
vermektir.
Aynı şey biz insanlar için de geçerli. Pek
çoğumuz,
zaman zaman yaşam savaşı verirken labirentler
içinde
kayboluyoruz. Labirentlerde kaybolanlara, yardım
istediklerinde
rehberlik etmek, onları yüreklendirmek,
gerektiğinde
küçük doğrularına küçük aferinler vermek,
bazı
durumlarda onları kucaklayıp çıkarmak insanca bir iş
olsa
gerek. Dünyada bunu çok güzel başaranlar var.
Sözgelişi,
dünyadaki açlara, hastalara, sokak çocuklarına
yardım
için labirentlere girenler var; bunlar, labirentlerin
gönüllü
ve onurlu yolcularıdır. Kendilerini hayvanlara
adayanlar
var; bunlar, labirentlerin gönüllü ve onurlu
yolcularıdır.
Sözgelişi adsız alkolikler var; bunlar,
labirentlerden
çıkmaya çalışan canlar için cansiperane
çalışan
gönüllü ve onurlu yolculardır. Kat kat enkaz
altından
bir can kurtarmak için canını ortaya atan bir
AKUT
üyesi, labirentlerin gönüllü ve onurlu yolcusudur.
*
Davranışa şekil verme denilen işlemde, pekiştirme
ve söndürme
peş peşe
belirli
örüntülerle kullanılarak hedefe yönelik olmayan davranışlar ayıklanır,
hedefe
yönelik davranışlar güçlendirilir.
Dünyadaki açlara, hastalara, hayvanlara,
sokak çocuklarına yardım için labirentlere
girenler,
labirentlerin gönüllü ve onurlu yolcularıdır.
Öldürerek
kazanmak yerine yaşatarak kazanmaya
çalışanlar,
sizler insanlığın ak yüzlerisiniz, yüz aklarısınız.
Çocuklara
Şekil Vermek
Psikolojide
hayvanların davranışlarına şekil vermekten
söz
ederiz. Hayvanların davranışlarına şekil vermede
kullanılan
teknikleri kullanarak insanların davranışlarına
da
şekil vermeye çalışmak mümkündür. Ancak bu
yaklaşım
doğru olmadığı kadar işlevsel de olmaz.
Öncelikle,
insanları şekillendirmeye, şartlamaya hakkımız
olup
olmadığını düşünmek gerekiyor. (Aslında pek çok
insan,
buna hakkı olduğuna inanıyor, bazen açıkça, bazen
örtülü
biçimde insanların düşüncelerini ve davranışlarını,
kendi
doğrulan doğrultusunda yönlendirmeye çalışıyor.)
ikinci
olarak, insan sadece şartlanarak eğitilebilecek bir
canlı
değildir. Çünkü davranışlarının arkasında karmaşık
ve
güçlü bir düşünce sistemi, bir bilişsel yapı vardır.
İnsanın
eğitilmesi, basit bir şartlamanın ürünü değil,
düşünce
yapılarının etkilenmesine dayanan karmaşık bir
süreçtir.
Bu yüzden bir psikolog hastasının davranışlarına
şekil
vermek yerine onun düşüncelerini akılcı hale
getirmeye
çalışır. Benzeri şekilde bir öğretmen de
öğrencilerinin
tek tek davranışlarını değiştirmek yerine,
onlara
eleştirel bakış tarzı kazandırmaya çalışmalı,
sistematik
düşünmeyi öğretmelidir. Okullarda öğrencilere
bilginin
kavranması, uygulanması, analiz ve sentez
edilmesi,
değerlendirilmesi konusunda koçluk edilmeli,
öğrencilerin
spontanlıkları ve yaratıcılıkları
geliştirilmelidir.
Ancak burada, bunların tümünü ele
almak
yerine, çocukların/insanların eğitilmelerinde
"iltifat"
kavramından yola çıkarak küçük bir noktaya
değineceğim.
Çocuklarımızın
belirli davranışları kazanmalarım, örneğin
odalarını
toplamalarını, okulda başarılı olmalarını isteriz.
Ceza
vererek bunları sağlamaya çalışmak, işe yaramayan
bir
yoldur. Çocuk hedefe ulaştığında ona büyük bir ödül
vermek
de, en azından her zaman işe yaramaz. Çocuğun,
asıl
amaca yönelik küçük davranışlarını, belirli aralarla
ödüllendirmek
en işlevsel yoldur. Örneğin, tamamen derli
toplu
olunca onu ödüllendirmek yerine, küçük bir tertipli
davranışını,
sözgelişi paltosunu askıya asmasını samimi
bir
takdirle karşılamak daha fazla işe yarayabilir. (Tabii bu
arada
ana babanın kendisi de derli toplu olmalı ve çocuğun
modelden
öğrenmesine katkıda bulunmalıdır.)
Bazı
babalar, çocukları, özellikle oğulları için "Benim
istediğim
gibi değil. İstediğim gibi olsun, canımı alsın.
İstediğim
gibi olmadı; bana böyle evlat gerekmiyor"
diyorlar.
Bu tavır doğru mu?
Çocuğa rehberlik etmeden, onu istediğimiz
kalıba sokmamız pek mümkün değildir.
Çocuklarının
birden bire belirli bir davranış düzeyine,
belirli
bir kaliteye ulaşmasını bekleyen babaların durumu,
acemi
araştırmacılara benziyor:
Labirentteki
faresi için şunları söyleyen acemi bir
araştırmacı
düşünelim: "Kendi kendine bulsun çıkışı. Eğer
çıkışı
bulursa ona çuvalla şeker vereceğim. Bulamazsa da
bana
böyle fare gerekmiyor. "
Galiba
bazılarımız, bu acemi araştırmacı gibi
düşünüyoruz.
Bu tavrımızla çocuklarımıza çıkış yolunu
bulduramayız.
Eğer yaşam labirentleri içinde
kaybolmalarını
istemiyorsak, onları tek başlarına
bırakmamalıyız,
örnek/model olmalı, onlarla iletişim
kurmalıyız,
küçük doğrularını ödüllendiren, onlara güzel
geribildirimler
veren yetişkinler olmalı, rehberlik
etmeliyiz.
Yerine göre ne yapacaklarını göstererek, küçük
ödüller
vererek, yerine göre onları doğrudan
yönlendirmeden,
Sokrat tarzı sorular sorarak,
deneyimlerimizi
paylaşarak ufuklarını açmalı, yollarını
aydınlatmalıyız.
Onların yanında, yüksek sesle sistematik
ve
eleştirel düşünmeliyiz. (Tabii bunları önce biz
bilmeliyiz.)
Eğer çocuklarımızın yaşam labirentleri içinde
kaybolmalarını istemiyorsak,
onları tek başlarına bırakmamalı,
onlara örnek/model olmalı,
onlarla iletişim kurmalıyız.
Çocuklarımızı
labirentlerden çıkarmak veya labirentlere
hiç
girmemeleri için, onların düşünme ve davranma
tarzlarına
şekil vermek mümkündür. Bunu yaparken
kullanabileceğimiz
yollardan birisi de küçük doğrularına
ödül
vermektir. Ancak şunu da önemle hatırlatmak
gerekir:
Çocukları dışarıdan gelecek ödüllere bağımlı
kılmak
da sağlıklı değildir. Çocuk küçükken dış kaynaklı
ödüller
gerekli olabilir. Ancak yaşı büyüdükçe dış
kaynaklı
ödüllerin yerini iç kaynaklı olanların almasında
yarar
vardır. Örneğin okuyup yeni bir şey öğrendiği, bir
arkadaşına
veya sokaktaki sakat bir hayvana yardım ettiği
zaman,
kendinden hoşnut olmalı, bir anlamda kendi
kendine
"aferin" diyebilmelidir. Vicdan gelişimi bu yolla
olur.
Maslow'un
Türkçe'si
Psikolojide
Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi adı verilen
bir
yapı var. Buna göre bireyin ihtiyaçları hiyerarşik bir
yapı
oluşturur, sırayla giderilmesi gerekir. Eğer,
kişinin/çalışanın
maddi ihtiyaçlarını karşılar, kendini
güvende
hissetmesine yardımcı olursanız, çevresinden
saygı-sevgi
görmesini, mensup olduğu gruba kendisini ait
hissetmesini
sağlarsanız, bu kişi kendini gerçekleştirmeye
hazır
demektir, kendisini gerçekleştirebilir, gelişmiş bir
insan
olabilir. Bu görüşü, yani Maslow'un İhtiyaçlar
Hiyerarşisi'ni
acaba şöyle özetleyebilir miyiz?
Kişiye/çalışana
maddi--manevi iltifat ederseniz, o kişi
kendisine
ve dünyaya iltifata hazır hale gelir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder