Rekalm

21 Aralık 2013 Cumartesi

14 MARİFET İLTİFATA TÂBİDİR


14
MARİFET İLTİFATA
TÂBİDİR
Dilimizde, dünden gelen birtakım atasözleri var. Bugün
bunlardan bazılarını hâlâ beğeniyoruz, bugünkü
bilgilerimize uygun buluyoruz, bazılarını ise
beğenmiyoruz*. Örneğin "Kızını dövmeyen dizini döver"
sözü, eğitim psikolojisi kapsamındaki günümüz
bilgileriyle bağdaşmıyor, tedavülden kalkmış gözüküyor.
Ancak bazı atasözleri hâlâ geçerli. Bunlardan birisi şu:
"Marifet iltifata tâbidir."
"Marifet iltifata tâbidir" sözü, bir insanda bir beceri
geliştirmek istediğimizde, o insana iltifat etmek
gerektiğini belirtiyor. Bu söz, psikolojideki edimsel
(operant) şartlama yaklaşımını adeta özetlemektedir.
* Eğer dünyadaki bütün dillerde söylenmiş bütün atasözlerini gözden
geçirecek olsak, sanırım hemen her konuda, birbirinin zıttı nitelikte atasözü
bulabilirsiniz. Kültürler ve zamanlar arasındaki farklılıklar, atasözlerine de
yansımış olsa gerek.
Edimsel şartlama kısaca şu: Bir insan veya hayvan, belirli
bir uyarıcı karşısında bir davranış sergilediğinde, eğer bir
pekiştireç elde ederse -örneğin bir yiyecek veya aferin
alırsa- gelecekte aynı davranışı sergileme ihtimali artar.
Köpeğiniz, adını söylediğinizde yanınıza gelse, siz de ona
yiyecek verseniz -veya yalnızca sevseniz-, ilerde adını
söylediğinizde yanınıza gelme ihtimali yükselir. Ya da
diyelim ki bir çocuk eline bir kitap aldı ve resimlerine
bakmaya başladı; siz ona "aferin" derseniz, gelecekte
çocuğun aynı davranışı tekrarlama ihtimali artar.
Kısacası siz, hayvanlara veya insanlara, bir şekilde iltifat
ederseniz (yiyecekle veya aferin vererek iltifat ederseniz),
onların kendilerine özgü marifetler/beceriler edinmelerine
katkıda bulunmuş olursunuz.
(Bu noktada şunu belirtmekte yarar var: Edimsel
şartlamada, dış kaynaklı/güdümlü bir öğrenme, daha
doğrusu bir "öğretme" söz konusudur. Çocuğun yaşı
büyüdükçe, dışarıdan verilen
geribildirimlerin/pekiştireçlerin yerini iç kaynaklı aferinler
almalıdır. Örneğin bir genç, birileri ona "aferin" dediği
için değil, başarmaktan haz duyduğu için çalışmalıdır.
Ancak çocuklar büyüdüklerinde, dışarıdan verilen
aferinler, azalarak da olsa devam etmelidir. Yetişkinlerin
de, ara ara da olsa aferin'e ihtiyaçları vardır.)
Marifet iltifata tâbidir sözü, geleneksel kültürümüzün
sezgi gücünü sergiliyor. Gerçi somut--soyut (yani yiyecek
vererek veya överek) iltifat etmek, bir beceri geliştirmede
tek yol değildir, insanlar hatta hayvanlar, model alma veya
keşfetme yoluyla da öğrenirler. Ancak pekiştireç
verme/iltifat etme de öğretmede önemli bir yoldur.
Okulda aferin, evlilikte iltifatın her türlüsü, işyerinde
para-övgü, sokakta teşekkür, insanların gelişmelerine,
mutlu olmalarına yol açar.
Bilime, Sanata, Spora İltifat
Kişiler iltifat yoluyla gelişebilirler; aynı zamanda
çevrelerine iltifat ederek veya etmeyerek çevrelerini
şekillendirirler. İbn-i Sina "Bilim ve sanat iltifat
görmediği ülkeyi terk eder" demiş.
Eğer bilime, sanata iltifat ederseniz bunları geliştirirsiniz.
Doğaya iltifat ederseniz, doğal yaşamı korursunuz. Ava
iltifat ederseniz, doğal yaşamı zedeleyebilirsiniz.
Spora iltifat ederseniz sporu geliştirirsiniz. Gördüğüm
kadarıyla toplum olarak spora yeni yeni iltifat etmeye
başladık. Ben ilkokuldayken, resim, müzik, beden eğitimi
derslerinde çoğunlukla matematik yapardık. Günümüzde
artık böyle değil; resim dersinde resim yapılıyor. Ancak
yine de toplumca, futbol dışındaki sporlara yeterince ilgi
göstermediğimizi düşünüyorum. Halen okullarımızda
veli--öğretmen görüşmelerinde fizik, matematik
öğretmenlerinin kapısında kuyruklar oluşuyor da, ne
hikmetse resim, müzik öğretmenlerinin kapılarında
kuyruklar oluşmuyor.
Benim ülkem ne zaman ki resim, müzik, beden eğitimi
öğretmenlerinin
kapısında kuyruk olacak,
biz o zaman resimde, müzikte, sporda ve
bunların etkisiyle bilimde daha başarılı olacağız.
Arazi Olmaya Değil, Araziye İltifat
Etmeli
Neye iltifat ederseniz ona müstahak olursunuz (onu hak
edersiniz). Ülkemize şöyle bir bakınız; insanımız arazisine
değil, arazi olmaya iltifat ediyor. Şöyle:
Askere giden gençlere, yarı şaka yarı ciddi "Aklın varsa
askerde arazi olacaksın" diye öğüt verirler. Genç de tutar,
arazi olmaya, ortalarda gözükmemeye çalışır. Bazı
işyerlerinde insanlar, adı resmen konmasa da arazi olmaya
çalışırlar. Yeni evlenen erkeklere, tecrübeli erkeklerin yarı
şaka yarı ciddi bir önerisi vardır: 'Yardım ediyorum diye
mutfağa gir, karının bardaklarını kaza süsü vererek kır;
seni bir daha mutfağa sokmaz. " Yani mutfakta da arazi
olmasını öğütlerler. Eh, artık herhalde ülkede de arazi ol,
etliye, sütlüye karışma, bana dokunmayan yılan bin
yaşasın de! Bu kadar arazi olmak da kötü. Çünkü, bugün
arazi olan yarın arazisiz kalır.
Bugün arazi olan yarın arazisiz kalır.
Arazi olmayın, arazinize sarılın.
Eğer siz toprağa iltifat ederseniz,
toprak da size eder.
Benim vatandaşım, üreterek kazanmak yerine toprağını
satarak kazanmayı tercih ediyor. Bu yıllardır böyle.
Kıyılardaki zeytinlikleri, narenciye bahçelerini sattı,
içerlerdeki buğday tarlalarını sattı benim vatandaşım.
Zeytin, buğday üreterek kazanmak yerine, topraklarını
satıp şehirde bir apartman dairesi almayı tercih ediyor.
Elinde kalan beş--on milyar parayla hayat boyu geçinirim
sanıyor. Oysa hazıra dağlar dayanmaz. (Vatandaşımın
satarak kazanma tercihinde yanlışlık olabilir; ancak onu
bugüne getiren şartlarda da yanlışlıklar var. Sözgelişi,
eğer kırsal kesimdeki yaşam şartlan onu tatmin etseydi,
üreterek kazanmayı tercih edebilirdi. Eğer köy enstitüleri
kapatılmamış olsaydı, köyünde oturup üreterek
kazanmaya iltifat edebilirdi.)
Yanlış İltifat, Yanlış Beceri
("Benim oğlan pek zeki... ")
Edimsel şartlamada "tesadüfi pekiştirme" denilen bir olay
vardır. Gelişigüzel verilen ödüller, hedeflenmeyen
davranışların ortaya çıkmasına yol açabilir. Tasmasından
tutmuş, köpeğinizi gezdirmektesiniz diyelim. Koşmaya
başladığında, onu yavaşlatmak amacıyla 'Yavaş!" diyerek
tutup severseniz, farkında olmadan, koşmamasını değil,
koşmasını pekiştirmiş olabilirsiniz. Gelecekte, siz "Yavaş"
dediğinizde koşma ihtimali artacaktır.
Bazen bir çocuk elini ağzına sokar, ana babası "Sokma"
diyerek elini tutar, onu kucağına alır. Ana babanın bu
davranışı, çocuk için ilgi görmek anlamına gelir; bu ilgiyi
sürdürmek amacıyla elini ağzına sokmaya devam eder.
Böylece çocuğun elini ağzına sokmaması değil, sokması
pekiştirilmiş olur. Tesadüfi pekiştirme sayabileceğimiz bu
olayda, yanlış iltifat, istenmeyen bir davranışın ortaya
çıkmasına yol açmıştır.
Yerinde kullanılmayan iltifatlar yersiz marifetlere yol
açabilir. Bu konuda bir örnek:
Nice baba oğluyla iftihar ederken, oğlunun dinlediğini
fark etmeksizin birilerine, "Bu oğlan çok zeki; sınıfta
öğretmeni bir dinler, hemen kapar; artık bir daha kitabı
okuması gerekmez" der. Bu konuşmaya kulak misafiri
olan oğlanlar galiba şu sonucu çıkarıyorlar: "Ben zekiyim
(babam öyle diyor), öğretmeni bir dinleyip hemen
kapıyorum, artık bir daha okumam gerekmiyor. Benim
kadar zeki olmayanların, aptalların, ineklerin, harıl harıl
okumaları gerekebilir. Ama çok şükür ben zekiyim. " İşte
bilinçsizce pekiştirme sonucunda ortaya çıkan bir yargı:
"Ben zekiyim; okumam şart değil!."
Baba çocukta böyle bir yargı oluşturmayı hedeflememişti.
Ancak bu yargı ve bunun devamı olarak çıkacak
"okumama davranışı" çocuğu hayatı boyunca etkileyebilir.
(Burada babanın bir hatası daha var. O da şu: "Zeka eşittir
ezberleme becerisi" sanıyor. Oysa, yeni bilgileri
keşfetmek/ üretmek de en az ezberlemek kadar, belki
ondan fazla zeka belirtisidir.)
Ailede İltifat/-sızlık
Aile üyeleri birbirlerine iltifat etmeli. Karı koca
birbirlerine zaman zaman iltifat etmeli. Kadın ve erkek, o
güne kadar eşinden aldığı güzel şeylerin ne olduğunu
söylemeli. Sözgelişi "Bana güven verdin" veya "Bunca yıl
evimizin rızkını çıkardın" ya da "Seninle birlikte olmak
keyifli; senin yanında kendimi rahat
hissettim/hissediyorum" demeli. Eşimizin, mutlaka bizi
rahatsız eden davranışları vardır; bunları söyleyelim. Ama
lütfen, onun bizi olumlu yönde etkileyen geçmişe veya şu
ana ait olumlu duygularını, düşüncelerini, davranışlarını
da dile getirelim, insanlar, birbirlerinin
eksilerini/eksiklerini yakalamak için gözlerini dört açarlar
da, artılarını, olumlu yanlarını yakalamak için aynı dikkati
göstermezler.
Bugüne kadar köyde, kentte nice ailenin sofrasına konuk
oldum. Bir kısmı akrabalarımdı, bir kısmı dostlarım. Aile
üyeleri, çocuklar, babalar, zaman zaman evin annesine
yemeklerde gördükleri eksikleri söylediler, şunun tuzu
çok, bu biraz daha pişmeliydi dediler de, şöyle bir yürek
dolusu, "Ellerine sağlık, pek güzel olmuş" denildiğini az
duydum. Lokantalarda, yemekte bir eksik gören kimi
müşteri, aşçıya iletilmesi amacıyla bu durumu garsona
söyler. Ancak, başarısı için aşçıyı kutladığını söyleyen çok
az kişi gördüm.
Konferanslarımda izleyicilere bazen, "Tipik bir baba,
çocuklarına duygularını ifade eder mi?" diye soruyorum.
Gurup hep bir ağızdan -bazen yüzlerce kişi- "Etmez" diye
cevap veriyor. O zaman, "Arkadaşlar, olumsuz yanlarını
ifade eder, olumlu yanlarını ifade etmez" diyorum.
Gülüyorlar. Bazen de şöyle devam ediyorum: "Bir baba
için sövmek kolay, övmek zordur."
Peki niçin böyle? Niçin çevremizdekilere olumsuz
eleştirileri rahatça yöneltiyoruz da olumluları
yöneltemiyoruz? Bu konuda pek çok yorum yapılabilir.
Şüphesiz konunun tarihsel, kültürel, sosyolojik nedenleri
var. Belki olumluyu söylediğimizde, eski bir alışkanlıkla
nazar değeceğinden korkuyoruz. Belki olumsuzu
söylemek, öfkeli bir avcı davranışı ve bu davranış
toplumda prim yapıyor, statüyü yükseltiyor ve eleştiren
kendisini güçlü hissediyor. Bu ve bunlara benzer derin
yorumlar yapılabilir; ancak konunun basit yorumlarından
birisi şu:
İnsanlar olumsuz eleştiride bulunmayı
birbirlerinden öğreniyorlar, özellikle bu konuda
büyüklerini model alıyorlar.
Eğer böyleyse, bu konuda yeni bir öğrenme
gerçekleştirmek, olumluyu söylemeyi alışkanlık haline
getirmek mümkündür. Bu yeni öğrenme sürecinde ilk
adım, olumsuzları söylemeyi alışkanlık haline
getirdiğimizi fark etmek olmalıdır.
Aile içinde yakınlarımızın sürekli eksiklerini,
istemediğimiz davranışlarını gözleyip söyleyebiliriz. Ama
bunun yanı sıra onların güzel davranışlarını da gözleyip
söyleyebiliriz. Sözgelişi kayınvalidenizin, size göre pek
çok olumsuz davranışı bulunabilir; ama onun en az iki de
olumlu özelliği vardır. Bir, eşinizi doğurmuş ve
büyütmüştür. İki, çocuklarınızın
anneannesi/babaannesi'dir. Bunu hiç düşündünüz mü?
Kayınvalidenizin birtakım eksileri bulunabilir;
ama en az iki de artısı vardır: Eşinizi doğurmuştur ve
çocuklarınızın ninesidir.
Ailelerde kavgalar da olur, şirinlikler de. Aradan yıllar
geçtiğinde hatırlananlar, hatırlanmak istenenler genellikle
güzelliklerdir, iltifatlardır. Annem ile babam arada
tartışırlardı, kavga ederlerdi; ama birbirlerine sevgiyle
seslendikleri de olurdu, muhabbetleri de çoktu. Şimdi
çocukluğuma dönüp baktığımda kavgalarını, kavga
ederken birbirlerine ne söylediklerini hiç hatırlamıyorum.
Yalnızca birbirlerine söyledikleri güzel sözler kalmış
hatırımda. Birbirlerine Sabahat'cığım, Salih'ciğim
demelerini hatırlıyorum, bir de babamın banyodan çıkma
törenini. Televizyonda paylaştım, okuyucularımla da
paylaşmak isterim.
Kubbemde Baki Kalan: Babamın Banyodan
Çıkma Töreni
Çocukluk anılarım arasında annemin banyodan nasıl çıktığına
ilişkin bir resim yoktur; çünkü törensizdi. Babamın banyodan
çıkışları ise bugünkü gibi aklımdadır, çünkü babamın
banyodan her çıkışında küçük çaplı bir tören yapılırdı
evimizde. Aksıranlara "Çok yaşa" denmesi gibi alışkanlık
haline gelmiş, annemle babamın yıllarca bıkmadan usanmadan
ciddiyetle sergiledikleri bir törendi bu. Babam yıkanır,
kurulanır, giyinir, banyonun eşiğinde durup "Ceee!" diyen
çocuklar gibi "Çıktım açıklara!" diye bağırırdı. Annem de ona
her seferinde aynı ciddiyet, aynı sevecenlikle "Canım benim,
sıhhatler olsun" diye karşılık verirdi. Bunları dediler de ne
oldu? Çok iyi oldu. İyi ki öyle dediler; iyi ki öyle seslendiler. Bu
şirin tören, bu rutin, tarih boyunca evimizde
tekrarlanmayacaktır. Çünkü artık babam hayatta değil. Bu
kubbede baki kalan, gerçekten hoş sadalardır. Zihnimde,
kubbemde baki kalan, onların birbirlerine sevecenlikle
söyledikleri o hoş sözlerdir. Kavga ettikleri zaman birbirlerine
ne söylediklerini gerçekten hatırlamıyorum. Sevgi sözcüklerini
hatırlıyorum, üstelik hasretle hatırlıyorum.
Sizler sevgili okuyucularım, bugün evlerinizde bağırıp çağırıyor
olabilirsiniz. Sanırım aradan kırk yıl geçtiği zaman,
çocuklarınız bağırmalarınızı, itip kakmalarınızı hasretle
hatırlamayacaklardır. Aradan kırk yıl geçtiği zaman
çocuklarınız, güzel geçmiş bir bayram gününü, keyifli bir
pazarı hasretle hatırlayacaklardır. Baki kalacak şey, sizin güzel
sözleriniz olacaktır.
İşyerlerinde elemanlarınıza bağırıp çağırmalarınızı yıllar sonra
kimse hasretle hatırlamayacaktır. Hasretle hatırlayacakları şey,
bunaldıklarında yüreklendiren bir cümleniz, işe yeni
başladıklarında dostça sergilediğiniz bir tavır olacaktır.
Yarınlarda baki kalacak şey, bugünlerdeki hoş sadalardır.
İşyerinde İltifat/-sızlık
Çevreme bakıyorum, işyerlerinde birbirlerine iltifat
etmeyen insanlar görüyorum. Nice amir, elemanına doğru
yaptığı bir iş için teşekkür etmiyor, "Teşekküre ne gerek
var, bunu yapmak için para alıyor" diye düşünüyor. Hatta
bu düşüncesini dile getiriyor.
Gözlediğim kadarıyla amirler memurlara iltifat etmiyor,
memurlar da amirlere etmiyor. Amirin memura iltifat
etmesi adetten değildir. Kafalarda olan belki de şu: Eğer
amir memuruna iltifat ederse, amirin otoritesi sarsılabilir,
memur şımarabilir, yüz bulur zam ister, hiç olmadı izin
ister. Eğer memur amirine iltifat ederse, kafalarda klişe
hazırdır; amirine iltifat eden memur, yağcılıkla,
yalakalıkla, dalkavuklukla veya yöresel ifadelerimizden
birisi olan omolukla suçlanır.
Bütün bunlar gerçekçi mi, yoksa kafalarımızdaki gerçekçi
olmayan şemaların/şablonların mı ürünü? İşyerlerinde,
gerçekten amir ile memur arasında büyükçe bir mesafe mi
bulunmalı, yoksa bulunması gerekli doğal mesafeyi
abartıyor muyuz?
Sanırım amir ile memur arasındaki uzak durma problemi,
işyerlerine özgü değil, günlük yaşamımızın hemen her
alanında karşımıza çıkıyor. Örneğin babalar ile çocukları
arasında da benzeri kopukluğu yaygın olarak görmek
mümkün. Eskiye göre azalmakla birlikte halen sürüyor,
nice oğlan, kız babasına onunla gurur duyduğunu açıkça
söyleyemiyor, babasına iltifat edemiyor. Bırakın iltifatı,
babasıyla rahatlıkla konuşamıyor. Ve ne yazık ki nice
baba, oğlunu, kızını bağrına basıp şöyle bir dolu dolu
öpemiyor. Hadi işyerlerinde mesafeli duruş gerekli
diyelim. Evde de mi gerekli? Hadi diyelim memurun
amirini övmesi yağcılıktır. Aile içinde birbirimizi övmek
de mi yağcılık?
Hemen her ortamda insanlar arasındaki ilişkilerde -fiziksel
ve psikolojik anlamda- belirli bir mesafe gerekebilir.
Ancak bu mesafeyi, kişisel kaygılarımızdan ötürü
gereğinden büyük tuttuğumuzda, iletişimde sorunlar
ortaya çıkıyor, gerginliğimiz artıyor, hatta bunların
uzantısı olarak psikosomatik rahatsızlıklar beliriyor.
Eğer amirlerin memurları, gerektikçe, gerçekçi bir şekilde
övmeleri yaygın bir tavır olursa, o zaman insanların bunu
yadırgamaları, şımarmaları söz konusu olmaz. Ve eğer bir
amir kendine güveniyorsa, memurundan gelen hak ettiği
övgüleri yağcılık olarak algılamaz. (Kendilerine güvenleri
az olan kişiler, ne söylerseniz söyleyin yadırgarlar;
övseniz bile hayra yormazlar.) Hem birbirimize iyi
davranmak, birbirimizi yüreklendirmek hem de işimizi iyi
yapmak mümkündür.
Tarihten Bugüne İltifat/-sızlık
Bu konuda tarihten iki örnek sunmak istiyorum. Birincisi
gerçek, ikincisi rivayet.
Osmanlı'nın son dönemlerinde zengin bir adamın iftar
sofraları ün salmış. Bunu duyan padişah bir akşam
habersizce konuk gitmiş bu kişiye. Ev sahibi
telaşlanmamış. Sadece adamlarına, günlük takımlar yerine
altın-gümüş çatal bıçak koymalarını söylemiş. Padişah
bakmış, sofrada her şey mükemmel; yemekler güzel,
hizmet kusursuz. Yemeğin sonlarına doğru kristal hoşaf
kasesinin eğri olduğunu fark etmiş ve hemen bunu ev
sahibine söylemiş. "Çelebi, kaselerin eğridir" demiş. Ev
sahibi, "Hünkârım, kaseler buzdandır" diye karşılık
vermiş. Meğer hoşafı buzdan yapılmış kaselerde
sunmuşlar. (Böyle bir kasede hoşaf içmek ilginç ve keyifli
olsa gerek.) Padişah hatalı bir çıkış yaptığını düşünmüş,
canı sıkılmış.
Büyük ihtimalle padişah iftar için ev sahibine teşekkür
etmiştir. Ancak bunun yanı sıra, hepimizin pek çok zaman
yaptığımız bir şeyi yapmış, nice olumlu ayrıntıyı tek tek
vurgulamamış ama gördüğü olumsuz bir ayrıntının
alelacele altını çizip söyleyivermiş. Evlerde ve
işyerlerinde aynı tavrı sürekli sergilemiyor muyuz?
Övgüde, iltifatta mehter adımı gidiyoruz da,
olumsuzu söylemekte dörtnalayız.
Bir zamanlar padişahlar, vezirleri başarılı olduklarında,
kürkler giydirerek, hediyeler vererek onları
onurlandırırlardı. Ancak, bazen en ufak bir hataları üzerine
onları idam ettirirlerdi. Piri Reis'in gerek askeri gerekse
bilim alanında pek çok başarısı olmuştu; ancak seksen
yaşlarındayken bir seferdeki hatasından ötürü idam edildi.
Geçmişteki bu tavır, bence günümüzde de, biraz stilize
olmuş halde de olsa devam ediyor. Şöyle:
İnsanlar birbirlerine bakıyorlar, bir hata görüyorlar,
ardından da "Bir hatasını gördüm, çizdim üstünü abi; bir
davranışını gördüm notunu verdim, sıfır" diyorlar. Bunun
sonucunda da ya küsüyorlar ya da birilerini işten
atıveriyorlar. Veya gençliklerinde nice emeği geçmiş
çalışanlara, politikacılara yaşlandıklarında, onların son
hallerine bakıp "dinozor" diyorlar, onca hizmetlerini
unutuveriyorlar. Galiba tarih böyle tekerrür ediyor.
Rivayete göre bir sadrazam sade bir vatandaşla tavla
oynarmış. Oynarken zaman zaman oyun arkadaşına "Al
efendim, ver efendim, buyur efendim" dermiş. Bir
sadrazamın halktan birisine kibar davranmasını
yadırgayan bir yakını ona niçin böyle davrandığını
sormuş. Sadrazam, 'Ben arada padişahla da tavla, satranç
oynuyorum. Şimdi buna al ulan, ver ulan dersem, ağzım
alışır da bir gün ya padişaha da öyle dersem" diye cevap
vermiş. Sadrazam, vatandaşa endişesinden ötürü kibar
davranıyormuş. Her yerde, her zaman çevremizdekilere
kibar davranmalıyız. Biraz endişemizden ötürü, -bu
yetmez-, biraz da genelde insana olan saygımızdan ötürü
ağzımızı iyiye, güzele, iltifata alıştırmalıyız.
Çocuklarımıza kötü modeller sergilememek için,
birbirimizi kırmamak için.
Az İltifat, Az Marifet, Övgüden
Kaçınma, Eleştiriye Rağbet
Çevremize iki tür eleştiri yöneltebiliriz: Olumlu eleştiri,
olumsuz eleştiri.
Şimdi lütfen bir düşünür müsünüz? Evinizde, işyerinizde,
okulunuzda... çevrenizdeki insanlara, daha
çok olumlu eleştiri mi yöneltiyorsunuz, yoksa olumsuz
eleştiri mi?
Galiba çoğunluğumuz olumsuz eleştirileri daha fazla
yöneltiyoruz.
Her yaşta çevreden gelen mesajlara/geribildirimlere
ihtiyacımız vardır. Bu mesajlar olumlu veya olumsuz
olabilir. Hepsi davranışlarımıza yön verir; toplumda,
doğada yapılması ve yapılmaması gerekenler konusunda
bu mesajları ölçüt alırız. Kısacası çevremizden gelen
olumlu mesajlar da olumsuz mesajlar da işe yarar, bizi
geliştirir.
Ancak olumlu mesajların bir işlevi daha vardır: Olumlu
mesajlar, olumlu eleştiriler bizi geliştirmenin yanı sıra
mutlu eder, yüreklendirir, motivasyonumuzu artırır.
Olumlu eleştiriler bizde marifet geliştirir.
Olumlu eleştirilerin az olması, insanların marifet/beceri
geliştirmelerini zorlaştırır. Çünkü ceza/eleştiri, daha çok,
belirli bir davranışı yapmamayı öğretir. (Üstelik ceza,
mevcut olduğunda etkilidir; ceza ortadan kalktığında,
bastırdığı davranışın görülme ihtimali artar.)
Labirentteki Fareye İltifat
Ceza/eleştiri, bir davranışı yapmamayı öğretebilir. Ancak
karmaşık bir davranışı, hele hele bir bakış tarzını ceza ile
öğretmek mümkün değildir. Örnek:
Labirente koyduğunuz bir fareye, elektrik şoku vererek bir
pedala dokunmamayı öğretebilirsiniz. (Pedala
dokunduğunda birkaç defa şok verirseniz kısa sürede
dokunmamayı öğrenir. Burada korku koşullaması yoluyla
fobi oluşturulması söz konusudur; pedal karşısında kaçma
ve kaçınma sergileyen farede pedal fobisi yerleşir.) Ancak
aynı fareye, labirentten çıkış yolunu şok vererek
öğretmek, son derece zordur. Fareye çıkışı öğretmek
istiyorsak, hedefe yönelik doğru davranışlarını
ödüllendirmek/pekiştirmek (bu amaçla daha çok şekerli su
verilir), bir anlamda fareye iltifat etmek gerekir.
Bir başka örnek: Bir insana ufak şoklar vererek, bağırıp
çağırarak, belirli bir araca dokunmamayı öğretebilirsiniz.
Ama aynı insana şok vererek veya bağırarak, matematiği,
dürüst olmayı veya mutlu olmayı öğretemezsiniz. Bunları
öğretebilmek için o kişiye geribildirimler vermelisiniz,
iltifat. etmelisiniz, gerektiğinde davranışlarınızla model
olmalısınız.
Marifet iltifata tâbidir; ceza faydasız, övgü keyif halidir.
(Bu cümlenin ikinci yarımını, eski söyleme benzeterek
bendeniz ekledi. )
Öğrenme, keyifle olmalıdır;
öğrenme sırasında, kişinin iç ve dış ortamı rahat
olmalıdır.
Bir gün Ankara'da Milli Eğitim Şûra Salonu'nda bir
öğretmen grubuna konferans veriyordum. Bir ara,
çevremize olumlu eleştirileri az, olumsuzları daha fazla
yönelttiğimizden söz ettim ve o an aklıma gelen şu soruyu
sordum: "Değerli öğretmenlerim, eminim, sınıfta 'aferin'i
etkili bir araç olarak kullanıyorsunuz. Peki, sınıfta
kullandığınız aferinlerin, övgülerin yüzde kaçını evde
eşinize yöneltiyorsunuz?" Çoğunluk gülümsedi, evde pek
fazla aferin vermediklerini söylediler. Bir başka gün bir
grup -çoğunluğu erkek- banka müdürüyle konuşuyordum,
benzerini onlara sordum. Şöyle dedim: "Eminim, şubede
elemanlarınızın bir sorunu olunca, onları ilgiyle, anlayışla
uzun uzun dinliyorsunuzdur. Elemanlarınıza gösterdiğiniz
bu 'anlayışlı dinleyici tavrını' evde eşinize de gösteriyor
musunuz?" "Hayır evde yorgun oluyoruz; ne dinlemeye
halimiz oluyor ne konuşmaya" dediler.
Sadece öğretmenler veya bankacılar değil, hemen herkes
benzer şekilde davranıyor galiba.
Yakınlarımıza kızmayı doğal, onları dinlemeyi,
onlara güzel şeyler söylemeyi gereksiz buluyoruz.
Labirentlerden Çıkarma Yolu
Karmaşık bir labirentteki fareye çıkış yolunu öğretmek
istiyorsak, farenin davranışlarına şekil veririz, yani hedefe
yönelik küçük adımlarından sonra küçük ödüller veririz*.
Çıkış yolunu buldurmak için iki yaklaşım daha
düşünebiliriz; ancak bunlar etkili değildir. Ceza
verebiliriz, işe yaramaz. Fareyi kendi haline bırakıp çıkışı
kendi kendine bulmasını bekleyebiliriz; bunun
gerçekleşmesi ise küçük bir ihtimaldir.
Fareye labirentin çıkışını öğretmenin en güvenli yolu,
hedefe yönelik küçük doğrularına küçük ödüller
vermektir. Aynı şey biz insanlar için de geçerli. Pek
çoğumuz, zaman zaman yaşam savaşı verirken labirentler
içinde kayboluyoruz. Labirentlerde kaybolanlara, yardım
istediklerinde rehberlik etmek, onları yüreklendirmek,
gerektiğinde küçük doğrularına küçük aferinler vermek,
bazı durumlarda onları kucaklayıp çıkarmak insanca bir iş
olsa gerek. Dünyada bunu çok güzel başaranlar var.
Sözgelişi, dünyadaki açlara, hastalara, sokak çocuklarına
yardım için labirentlere girenler var; bunlar, labirentlerin
gönüllü ve onurlu yolcularıdır. Kendilerini hayvanlara
adayanlar var; bunlar, labirentlerin gönüllü ve onurlu
yolcularıdır. Sözgelişi adsız alkolikler var; bunlar,
labirentlerden çıkmaya çalışan canlar için cansiperane
çalışan gönüllü ve onurlu yolculardır. Kat kat enkaz
altından bir can kurtarmak için canını ortaya atan bir
AKUT üyesi, labirentlerin gönüllü ve onurlu yolcusudur.
* Davranışa şekil verme denilen işlemde, pekiştirme ve söndürme peş peşe
belirli örüntülerle kullanılarak hedefe yönelik olmayan davranışlar ayıklanır,
hedefe yönelik davranışlar güçlendirilir.
Dünyadaki açlara, hastalara, hayvanlara,
sokak çocuklarına yardım için labirentlere girenler,
labirentlerin gönüllü ve onurlu yolcularıdır.
Öldürerek kazanmak yerine yaşatarak kazanmaya
çalışanlar, sizler insanlığın ak yüzlerisiniz, yüz aklarısınız.
Çocuklara Şekil Vermek
Psikolojide hayvanların davranışlarına şekil vermekten
söz ederiz. Hayvanların davranışlarına şekil vermede
kullanılan teknikleri kullanarak insanların davranışlarına
da şekil vermeye çalışmak mümkündür. Ancak bu
yaklaşım doğru olmadığı kadar işlevsel de olmaz.
Öncelikle, insanları şekillendirmeye, şartlamaya hakkımız
olup olmadığını düşünmek gerekiyor. (Aslında pek çok
insan, buna hakkı olduğuna inanıyor, bazen açıkça, bazen
örtülü biçimde insanların düşüncelerini ve davranışlarını,
kendi doğrulan doğrultusunda yönlendirmeye çalışıyor.)
ikinci olarak, insan sadece şartlanarak eğitilebilecek bir
canlı değildir. Çünkü davranışlarının arkasında karmaşık
ve güçlü bir düşünce sistemi, bir bilişsel yapı vardır.
İnsanın eğitilmesi, basit bir şartlamanın ürünü değil,
düşünce yapılarının etkilenmesine dayanan karmaşık bir
süreçtir. Bu yüzden bir psikolog hastasının davranışlarına
şekil vermek yerine onun düşüncelerini akılcı hale
getirmeye çalışır. Benzeri şekilde bir öğretmen de
öğrencilerinin tek tek davranışlarını değiştirmek yerine,
onlara eleştirel bakış tarzı kazandırmaya çalışmalı,
sistematik düşünmeyi öğretmelidir. Okullarda öğrencilere
bilginin kavranması, uygulanması, analiz ve sentez
edilmesi, değerlendirilmesi konusunda koçluk edilmeli,
öğrencilerin spontanlıkları ve yaratıcılıkları
geliştirilmelidir. Ancak burada, bunların tümünü ele
almak yerine, çocukların/insanların eğitilmelerinde
"iltifat" kavramından yola çıkarak küçük bir noktaya
değineceğim.
Çocuklarımızın belirli davranışları kazanmalarım, örneğin
odalarını toplamalarını, okulda başarılı olmalarını isteriz.
Ceza vererek bunları sağlamaya çalışmak, işe yaramayan
bir yoldur. Çocuk hedefe ulaştığında ona büyük bir ödül
vermek de, en azından her zaman işe yaramaz. Çocuğun,
asıl amaca yönelik küçük davranışlarını, belirli aralarla
ödüllendirmek en işlevsel yoldur. Örneğin, tamamen derli
toplu olunca onu ödüllendirmek yerine, küçük bir tertipli
davranışını, sözgelişi paltosunu askıya asmasını samimi
bir takdirle karşılamak daha fazla işe yarayabilir. (Tabii bu
arada ana babanın kendisi de derli toplu olmalı ve çocuğun
modelden öğrenmesine katkıda bulunmalıdır.)
Bazı babalar, çocukları, özellikle oğulları için "Benim
istediğim gibi değil. İstediğim gibi olsun, canımı alsın.
İstediğim gibi olmadı; bana böyle evlat gerekmiyor"
diyorlar. Bu tavır doğru mu?
Çocuğa rehberlik etmeden, onu istediğimiz
kalıba sokmamız pek mümkün değildir.
Çocuklarının birden bire belirli bir davranış düzeyine,
belirli bir kaliteye ulaşmasını bekleyen babaların durumu,
acemi araştırmacılara benziyor:
Labirentteki faresi için şunları söyleyen acemi bir
araştırmacı düşünelim: "Kendi kendine bulsun çıkışı. Eğer
çıkışı bulursa ona çuvalla şeker vereceğim. Bulamazsa da
bana böyle fare gerekmiyor. "
Galiba bazılarımız, bu acemi araştırmacı gibi
düşünüyoruz. Bu tavrımızla çocuklarımıza çıkış yolunu
bulduramayız. Eğer yaşam labirentleri içinde
kaybolmalarını istemiyorsak, onları tek başlarına
bırakmamalıyız, örnek/model olmalı, onlarla iletişim
kurmalıyız, küçük doğrularını ödüllendiren, onlara güzel
geribildirimler veren yetişkinler olmalı, rehberlik
etmeliyiz. Yerine göre ne yapacaklarını göstererek, küçük
ödüller vererek, yerine göre onları doğrudan
yönlendirmeden, Sokrat tarzı sorular sorarak,
deneyimlerimizi paylaşarak ufuklarını açmalı, yollarını
aydınlatmalıyız. Onların yanında, yüksek sesle sistematik
ve eleştirel düşünmeliyiz. (Tabii bunları önce biz
bilmeliyiz.)
Eğer çocuklarımızın yaşam labirentleri içinde
kaybolmalarını istemiyorsak,
onları tek başlarına bırakmamalı,
onlara örnek/model olmalı,
onlarla iletişim kurmalıyız.
Çocuklarımızı labirentlerden çıkarmak veya labirentlere
hiç girmemeleri için, onların düşünme ve davranma
tarzlarına şekil vermek mümkündür. Bunu yaparken
kullanabileceğimiz yollardan birisi de küçük doğrularına
ödül vermektir. Ancak şunu da önemle hatırlatmak
gerekir: Çocukları dışarıdan gelecek ödüllere bağımlı
kılmak da sağlıklı değildir. Çocuk küçükken dış kaynaklı
ödüller gerekli olabilir. Ancak yaşı büyüdükçe dış
kaynaklı ödüllerin yerini iç kaynaklı olanların almasında
yarar vardır. Örneğin okuyup yeni bir şey öğrendiği, bir
arkadaşına veya sokaktaki sakat bir hayvana yardım ettiği
zaman, kendinden hoşnut olmalı, bir anlamda kendi
kendine "aferin" diyebilmelidir. Vicdan gelişimi bu yolla
olur.
Maslow'un Türkçe'si
Psikolojide Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi adı verilen
bir yapı var. Buna göre bireyin ihtiyaçları hiyerarşik bir
yapı oluşturur, sırayla giderilmesi gerekir. Eğer,
kişinin/çalışanın maddi ihtiyaçlarını karşılar, kendini
güvende hissetmesine yardımcı olursanız, çevresinden
saygı-sevgi görmesini, mensup olduğu gruba kendisini ait
hissetmesini sağlarsanız, bu kişi kendini gerçekleştirmeye
hazır demektir, kendisini gerçekleştirebilir, gelişmiş bir
insan olabilir. Bu görüşü, yani Maslow'un İhtiyaçlar
Hiyerarşisi'ni acaba şöyle özetleyebilir miyiz?
Kişiye/çalışana maddi--manevi iltifat ederseniz, o kişi
kendisine ve dünyaya iltifata hazır hale gelir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder