Rekalm

21 Aralık 2013 Cumartesi

SONSÖZ


SONSÖZ
Küçük Şeyler'de her zaman söylediğim bir şeyi
tekrarlayarak kitabı bitirmek istiyorum. Çocuklarınızı
eğitirken bazı hatalar yaptığınız için sakın kendinizi
suçlamayınız. Ana babaların sayılabilir miktarda hataları
vardır; ama sayılamayacak kadar artıları vardır.
Çocuklarınız için nice şey yaptınız; hepsinden önemlisi
sevdiniz onları. Sayılabilir miktarda hatanız var diye,
binlerce, onbinlerce artınız çöpe gitmesin. Önemli olan,
gelişmek ve fark edilen hataları tekrarlamamaktır.
Fransızların dediği gibi, başkalarına çiçek atınız ama bu
konuda da -her konuda da- arada bir de kendinize çiçek
atınız.
Dağlarda, koparılmamış bütün çiçekleri, koparmadan
sizlere hediye ediyorum. Görüşmek üzere.
.

21 HOBİ TERAPİ


21
HOBİ TERAPİ
Okuma terapisi (biblioterapi), filmterapisi (sineterapi) adı
verilen yaklaşımlar var. Birincisinde belirli kitapları
okuyan, ikincisinde ise film izleyen bir grup bunu bir
uzmanın denetiminde tartışır. Söz konusu uzmanın,
etkileşim grupları konusunda bilgi sahibi bir psikolog,
psikiyatrist veya psikolojik danışman olması gereklidir.
Bu yaklaşımlar, tedavi amaçlı uygulanabileceği gibi,
rehberlik/psikolojik danışma kapsamında ruhsal gelişim
sağlamak amacıyla da kullanılabilir. Kullanım amacı ne
olursa olsun, grubu yönetecek liderin psikoloji, rehberlik
veya psikiyatri alanında uzman olması vazgeçilmez şart
olmalıdır. Bu alanlar dışında uzmanlaşmış kişilerin
yönetecekleri tartışma grupları da şüphesiz yararlı olabilir,
ancak başka bir şey sayılır; biblioterapi veya sineterapi
sayılmaz.
Bir süredir, kişilerarası iletişimle ilgili seminerlerimde,
konferanslarımda zaman zaman astronomiyle, biyolojiyle
ilgili kısa kısa bilgiler vermeye başladım.
Bazen de müzik eşliğinde, Büyük Patlama'dan (belki
böyle bir şey var) bu yana evrenin, dünyanın oluşumunu
anlatıyorum. Bu uygulamaya "Evreni Hatırlama
Egzersizi" adını verdim. Bunların tümünün izleyicilere iyi
geldiğini, onları rahatlattığını, yaşama farklı bir gözle
bakmalarını sağladığını, yaşama sevinçlerini artırdığını
gözlüyorum. Bu gözlemlerden yola çıkarak ve
biblioterapi, sineterapi kavramlarından esinlenerek "Hobi
terapi" adını verdini bir yaklaşım ortaya koymayı
düşünüyorum.
Hobi terapide, küçük gruplarda katılımcılara astronomi,
biyoloji, arkeoloji, antropoloji, fizik, coğrafya gibi
alanlarda veya el sanatları konusunda, herkes tarafından
anlaşılabilir dilde, çoğunluğun ilgisini çekebilecek
nitelikte bilgiler verilecek, küçük uygulamalar yapılacak,
etkileşim grupları konusunda eğitim almış bir psikolog,
psikolojik danışman veya psikiyatrist liderliğinde, grup
üyelerinin duyguları--düşünceleri ele alınacaktır.
İnsanlar, coğrafya okuyor, teleskopla gözlem yapıyor veya
el sanatlarıyla uğraşıyorlar; bunlar zaten hobi terapi oluyor
diye düşünülebilir; ancak bu doğru olmaz. Bu tür uğraşlar,
hobiler, uğraşana iyi geliyor olabilir, belirli bir terapötik
etkileri bulunabilir. Ama burada söz konusu olan terapötik
etki, kontrol altına alınmış, sistematik hale getirilmiş bir
etki değildir; tesadüfi niteliktedir. Bu yüzden biyoloji
okumayı, hobi edinmeyi, hobi terapi saymıyoruz. Hobi
terapide, sistematik bir tarzda psikolojik müdahale, liderin
bilinçli bir katalizörlüğü söz konusudur. Hobi terapinin
işleyişi genel çizgileriyle şöyle olmalıdır:
Grup, etkileşim grupları konusunda uzmanlaşmış bir ruh
sağlığı uzmanının liderliğinde toplanır. Astronomi,
biyoloji... konularında yetişmiş bir uzman, grubun
anlayacağı dilde bilgiler verir; veya grup lideri, astronomi,
biyoloji... uzmanlarınca hazırlanmış bilgileri okuduktan
sonra gruba aktarır; ya da grup üyeleri biblioterapide
olduğu gibi grup öncesinde bu bilgileri kendileri okurlar.
Bunun üzerine lider grup içinde paylaşım başlatır. Üyeler
edindikleri bilgilere ilişkin duygularını, izlenimlerini
paylaşırlarken, lider belirli psikoterapi/psikolojik danışma
yaklaşımlarına uygun olarak grubu yönetir. Örneğin
psikodrama yapabilir veya bilişsel--davranışçı yaklaşımı
uygulayabilir. Gerekli bulduğunda eklektik bir yaklaşım
izleyebilir.
Hobi terapinin iki temel işlevi olacaktır. Birincisi,
astronomide, biyolojide veya el sanatlarında edinilen
bilgiler, psikodramadaki ısınma aşaması gibi, grup
etkinlikleri için bir ısınma sağlayabilir, ikincisi, belki de
daha önemlisi, katılımcıların, kendileriyle uğraşmaktan
uzaklaşıp dış dünyaya ilgi göstermeleri, ilgi alanlarını,
dolayısıyla yaşam alanlarını genişletmeleri sağlanabilir.
Her iki işlev de ruhsal gelişime katkıda bulunacak
niteliktedir.
Büyük bir ihtimalle hobi terapinin en etkili yanı,
katılımcıların, yaşamı ilginç ve heyecan verici bulmaları,
dış dünya ile iletişimlerini artırarak ruhsal sorunlarından
uzaklaşmaları olacaktır. Ruh sağlığı ile dış dünyaya ilgi
duyma arasında karşılıklı etkileşim bulunduğunu
düşünebiliriz. Kişinin ruh sağlığı bozuldukça dış dünya ile
etkileşimi de azalacaktır. Aynı anda dış dünya ile
etkileşimin azalması da ruh sağlığını bozucu bir etkiye
sahiptir. Yoğun ruhsal sorunları olan kişilere hobi
terapinin yarar sağlayacağını herhalde düşünemeyiz.
Ancak hobi terapinin bir tür koruyucu ruh sağlığı işlevine
sahip olacağını, dış dünya ile sağlıklı etkileşim içinde
bulunan bir kişinin ruh sağlığının bozulma ihtimalinin
-sıfır olmasa da- azalacağını düşünebiliriz.
Hobi terapi, günlük yaşamda karşımıza sık sık çıkan,
bazen ise hiç çıkmayan küçük şeyleri fark etme ve
heyecan duyma ihtimalimizi artıracaktır. Belki de
yaşamımızın süresine ve kalitesine katkıda bulunacaktır.
Eğer bu olursa, yaşamda küçük şeylerden büyük
kazançlara giden yolda bir tür sinerji de yaratmış oluruz.
Hobi terapinin niteliği ve işlevleri konusunda
öğrencilerimle program geliştirmeye ve deneysel
araştırma yapmaya çalışıyoruz.

11 YÜZDE YÜZ HAKLI OLUNUR MU?


11
YÜZDE YÜZ HAKLI
OLUNUR MU?
Hiç Yüzde Yüz Haklı Oldunuz mu?
Şu an geçmişte yaşadığınız ve kendinizi yüzde yüz haklı
gördüğünüz birkaç çatışmayı hatırlamanızı rica ediyorum.
Evde, trafikte veya işyerinizde, haklılık konusunda,
kendinize yüz, çatıştığınız kişiye sıfır puan verdiğiniz en
az bir çatışma düşününüz.
Bu çatışma konusunda yüzde yüz haklı olduğunuza emin
misiniz?
Bence emin olmayın. Bugüne kadar yaşayarak öğrendiğim
şeylerden birisi şu: Taraflardan birinin yüz, diğerinin sıfır
olduğu hiçbir çatışma yoktur. Bakınız niçin? Öncelikle
şunu düşünmek gerekir: Sizin "Yüzde yüz haklıyım"
iddianızın matematiksel olarak doğru olabilmesi için
çatıştığınız kişinin de kendisini yüzde yüz haksız görmesi
gerekir. Eğer o kişi kendini yüzde on bile haklı görüyor
ise ortaya bir işlem hatası çıkar. Bir seçime katılan
adayların aldıkları oy oranları toplandığı zaman sonuç yüz
olmalıdır. Yüzden büyük çıkarsa bir işlem hatası var
demektir. Haklı olma konusunda da öyle. (Kavga eden
pek çok kişi kendini yüzde yüz haklı gördüğü için, ortada
yüzde iki yüzlük bir hakkaniyet durumu var gözüküyor.
Bu, sanal bir durum olmalı. Yüzde iki yüz kağıt üzerinde
olur da pratikte imkânsızdır.)
Taraflardan birinin yüz, diğerinin sıfır olduğu hiçbir
çatışma yoktur.
Annem mi Haklıydı Babam mı?
Ben küçükken annemle babam birbirlerine güzel sıfatlarla
seslenirlerdi; "Hayatım, canım!" gibi. Ancak tartıştıkları,
kavga ettikleri de olurdu. Tartıştıkları zaman üzülürdüm.
O yıllarda, tartıştıklarında hangisi haklı diye
düşündüğümde, bana hep annem haklı geliyordu. O günkü
değerlendirmeme göre, bütün tartışmalarda annem yüzde
yüz haklıydı, babam ise yüzde yüz haksız.
Büyüdüm, evlendim. İlk aylarda eşimle kavgamız yoktu;
tartışmadık bile. Bebeğimiz doğduktan sonra bu durum
değişti. İkimiz de doktora yapıyorduk, bebeğin bakımı,
doktoru, aşısı, evin sorumlulukları ağır geldi. Tartışmaya,
kavga etmeye başladık*.
O günlerde "Kim haklı?" diye baktığımda, yüzde elli ben,
yüzde elli eşim haklı gibi geldi. Olabilir. Sonra bir gün,
birden bire bir şeyi fark ettim: Annemle babamın
tartışmalarında meğer yüzde elli annem haklıymış, yüzde
elli babam. O yıllarda babam hayattaydı. Bunu ona
söyledim; "Baba ben küçükken seni hep haksız, annemi
haklı görürdüm, şimdi anladım ki meğer yüzde elli sen
haklıymışsın, yüzde elli de annem. " Bunu duyan babam,
"Tabii oğlum" dedi, "Ben sana hep söylerdim, büyüyünce,
baba olunca anlarsın diye, bak anladın". Evet, anladım.
Yüzde yüz haklı, galiba yoktu.
"Kabul Et Haksızsın!"
Şu ifade kulağınıza tanıdık gelecek mi? Bazen karı koca
tartışırlar ve kadın öfkeli, incinmiş bir halde parmağını
eşine uzatarak, "Kabul et haksızsın; kabul et, bişicikler
demeyeceğim!" der. Burada evin hanımı, "Ben tamamen
haklıyım, sen sıfırsın" demek istiyor olmalı. İyi de, evin
beyi de kendini tamamen -yüzde yüz- haklı görüyor.
Erkek kendini biraz olsun haklı görmese çatışmaya
girmez.
* O günlerde tartışmalar yüzünden evliliğimizin rengi kaçmaya başladı.
Eşimle birlikte bir hocamıza, psikolog Prof. Dr. Işık Savaşır'a gitmeye karar
verdik. Gittik. Çok yararlı oldu. İhtiyacı olan bütün çiftlerin böyle bir destek
alabilmelerini diliyorum Işık Hoca'mızı da sevgi ve rahmetle anıyorum.
Evde veya işyerinde yüzde yüz haklı olduğunuza
inansanız bile, bunu ille de karşınızdakine söyletmeyin,
haklı olduğunuzu tescil ettirmeyin, bir anlamda
haksızlığını karşınızdakinin gözüne sokmayın, onun
burnunu sürtmeyin. Eğer böyle yaparsanız, yani yüzde
yüz haksız olduğunu karşınızdakine itiraf ettirirseniz, bu
durumun kokusu ilerde kötü çıkar genellikle. Yüzde
büyük ölçüde, sözgelişi yüzde doksan beş haklı
olabilirsiniz ama karşınızdakine de bir yüzde beş pay
bırakın; onun da kendince bir nedeni vardır, onu böyle
davranmaya iten kendi dışında nedenler bulunabilir.
Evde veya işyerinde yüzde yüz
haklı olduğunuza inansanız bile,
bunu ille de karşınızdakine söyletmeyin.
Kissinger Siyaseti, Hitler'in
Vagonu,
Kissinger Siyaseti denilen bir şey var. Özetle şu:
Uluslararası barış görüşmelerinde yüzde yüz haklılar ve
yüzde yüz haksızlar üretmemek, 1-0 diye ayrılmış
galipler, mağluplar yaratmamak gerekli. Eğer bunu
yaparsanız, yani kayıtsız şartsız teslim anlaşmaları
imzalarsanız, bu durumun kokusu ilerde kötü çıkar.
Müzakereden sıfırla çıkan taraf, bunun rövanşını bir gün
mutlaka almak ister.
Kissinger Siyaseti'nin Türkçe'si belki de şu: 'Yenilen
pehlivan doymazmış. " Bu sözde, yenilen pehlivanın,
kazanana veya berabere kalana oranla bir maç daha yapıp
kazanmaya daha çok güdülendiği ifade ediliyor.
Gerçekten de tam yenilgi, kısmi yenilgiye oranla kazanma
konusunda daha güdüleyici olabilir. Sevr bir kayıtsız
şartsız teslim antlaşmasıydı. İmzalandığı gün kazanan için
kârlıydı; ama az sonra kaybedeni kazanma konusunda
daha güçlü bir şekilde güdüledi. (Belki de "Bir musibet
bin nasihattan evlâdır", yani bir bela binlerce öğütten daha
güdüleyici olabilir.)
Rivayete göre Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya'nın
kayıtsız şartsız teslim antlaşması bir vagonda imzalandı.
(Versailles'da imzalandığı da söyleniyor; ancak sanırım
görüşmeler Versailles'da yapılmış, antlaşma vagonda
imzalanmış.) Almanlar, kayıtsız şartsız teslim olayına çok
üzülmüşler. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya
Fransa'yı işgal edince bu sefer Fransa'nın kayıtsız şartsız
teslim antlaşması imzalanacak. Almanlar bir önceki
antlaşmanın imzalandığı vagonu arayıp bulmuşlar,
Fransızlara antlaşmayı orada imzalatmışlar. Fransızlar da
bu işe çok üzülmüş. İkinci Dünya Savaşı bitince
Almanya'nın tekrar kayıtsız şartsız teslim antlaşması
imzalanacak. Fransızlar ne yapmışlar, tahmin edin!
Şüphesiz onlar da aynı vagonu aramışlar. (O vagon
olmadan olmuyor.) Ancak aksiliğe bakın ki vagon yok.
Çünkü Hitler, "tarih boyunca Almanya dünyanın hakimi
olacak, artık vagona ihtiyaç yok" diyerek vagonu
söktürmüş. İleri sürüldüğüne göre vagonu bulamayan
Fransız lar çok üzülmüşler, ancak sonunda sorunu
halletmişler. Ne yapmışlar? Bir önceki antlaşmanın
imzalanmasında kullanılan kalemi müzeden bulup
getirmişler; Almanları onunla imzalatmışlar.
Bütün bunlar ne anlama geliyor? Şüphesiz savaşların,
askeri, ekonomik, politik, sosyolojik, antropolojik...
sebepleri var; ancak bir de psikolojik sebepleri var. Ve
galiba, sıfır--yüz şeklindeki kayıtsız şartsız teslim
antlaşmaları, savaşların psikolojik nedenlerini körüklüyor,
toplumların içinde bitmemiş--işler (ukdeler) oluşmasına
yol açıyor. Kissinger Siyaseti diye adlandırılan görüş,
benzeri tecrübelerden sonra ortaya atılmıştır.
Çocuğunuz Yalan Söylerse
Bazen çocuklar, gençler yalan söylerler. Ana babalar da
bu yalanı yakalar. İşte bu an kimi ana baba, adeta lüfer
yakalamış gibi sevinir. Ana babanın gözünde çocuk/genç
yüzde yüz haksızdır, sığınacak hiçbir limanı, mazereti
yoktur, bir anlamda batmıştır, bitmiştir. Ana baba, bu
kesin galibiyetin tadını çıkararak parmağını çocuğa uzatır
ve mağrur bir eda ile "Sus, ayıbınla otur, bana yalan
söyledin!" der. Ana baba burada muhtemelen, "Ben yüzde
yüz haklıyım, sen sıfırsın" demektedir.
Olabilir; çocuğun/gencin yalan söylemesinde kendi payı
yüksektir. Fakat bu yalanda ana babanın hiç mi payı
yoktur? Bence, çocuklarımızın söyledikleri her yalanda,
biraz olsun bizim de tuzumuz vardır? Bakınız niçin:
1. Çocuğumuz yalan söylemiş ise, yalan söylemeyecek
yapıda güçlü bir çocuk yetiştirememişiz demektir. Yalana
başvurmayacak kadar güçlü bir yapısı yoksa, bu durum,
biraz onun sorumluluğudur, biraz da bizim.
2. Çocuklarımız, bazı hatalarını yalana başvurmadan
açıkça ifade ettiklerinde, bu durumu her zaman olgunlukla
karşılar mıyız? Galiba hayır. En azından bazılarımız,
samimi itiraflar karşısında bazen bağırır, bazen de
bayılırız. Bu tavrımızla da çocuklarımızı istemeden yalana
iteriz.
3. Biz büyükler -kendimizce haklı nedenlerle- bazen
çocukların yanında başkalarına yalan söyleriz. Bazen de
"onlara küçük beyaz yalanlar söylenir" diye çocuklara
yalan söyleriz. Gün gelir bizim, belli durumlarda yalan
söylediğimizi anlarlar. Onlar da belli durumlarda
-kendilerince haklı gerekçelerle- yalan söylerler.
(Çocuklara küçük beyaz yalanlar söylenebilir düşüncesi
tamamen yanlıştır.)
Sonuç: Yukarıda ifade edilenler, yalan söyleyen çocuklara
aldırmayalım, hoş görelim anlamına gelmiyor. Yalan
söylediklerini fark ettiğimiz zaman, üzüldüğümüzü,
rahatsız olduğumuzu belirtelim. Ancak, kendimizi yüzde
yüz haklı görüp önlenemez bir öfke içine girmeyelim.
Çocuğumuzun yalanını yakaladığımızda kendimizi yüzde
yüz haklı görürsek, öfkemiz de yüzde yüz olur. Eğer
çocuğunuz size yalan söylem işse bu yalanda sizin de
payınız vardır. Bu gerçekten yola çıkarak olaya
baktığımızda, daha ılımlı olabiliriz. Ilımlı olduğumuz
zaman ise çocuğumuzu arzu ettiğimiz yönde değiştirme,
geliştirme şansımız artar. Onların bir yalanlarına bugün
aşırı öfkelenirsek, yarın daha dürüst olmalarına değil, daha
iyi kamufle edilmiş, daha organize yalanlar söylemelerine
yol açarız.
Eğer çocuğunuz size yalan söylemişse bu yalanda sizin
de payınız vardır.
"Yalan Yakalamak" İyi Bir İfade mi?
"Yalan yakalama" ifadesi bence peşinen gerginlik yaratan bir
ifade. Bu ifade galiba içimizdeki avcılık isteğinden
kaynaklanıyor. Kaçıp kurtulmaya çalışanlara sessizce yaklaşıp
bir avcı atikliği ile onları yakalamak istiyoruz. Evlerde ve
işyerlerinde, yaş tahtalara basmamak için, bir kedi, bir panter
gibi adımlarını yavaş ve yumuşak atan avcılara benziyoruz.
(Eğer avcılık yaparsanız, avları yok ettiğinizi düşünebilirsiniz;
ama bir yandan da avları kaçmaya, korunmaya teşvik
edersiniz.) Olaylara bakış tarzlarımız ile onları adlandırma
şeklimiz arasında karşılıklı ilişki vardır; birisi değişince diğeri
de değişebilir. Bu durumda, "yalan yakaladım" yerine "yalanı
fark ettim" veya "gerçeği sakladığını fark ettim" diye düşünsek
nasıl olur?
Not: Konuyla ilgisi yok ama istemediğim bir çağrışıma yol
açmasın diye şunu belirtmek isterim: Ben, genelde avlanmaya,
bu arada özellikle ülkemiz gibi doğal yaşamı büyük ölçüde
tahrip olmuş topraklarda avlanmaya karşıyım.
Futbolda Bir Acı Anı
Beni üzmüş bir olayı paylaşmak istiyorum: Çocuktum, iki
ünlü takımımız futbol ligindeki son maçlarını
yapacaklardı. A ve B takımları diyelim. Puanları eşit,
averajla A takımı önde. Yani maç berabere biterse A
şampiyon olacak, sonuç 1-0 B'nin lehine olursa da
şampiyon o olacak. A takımından, yanlış hatırlamıyorsan
Güven isimli bir oyuncu, heyecanlanıp gereksiz yere ceza
sahasında topa elini sürdü. Penaltı verildi. B takımı
penaltıyı gole çevirdi. B 1-0 galip gelerek şampiyon oldu.
A takımı ve taraftarları bu sonuç karşısında kahroldular.
Eğer Güven topa gereksiz yere elini sürmeseydi biz
şampiyon olacaktık diye hayıflandılar. A takımının
antrenörü Güven'e çok kızdı ve hiç affetmedi. Yıllarca
Güven'i sahaya çıkarmadı, yedekte tuttu. Güven'in A
takımından başka bir takıma satılmasını istedi. Satmadılar,
oynatmadılar. Böylece bir gencin hayatı mahvoldu.
A takımının antrenörü ve yöneticileri, pek çoğumuzun
yaptığı bir hatayı yaptılar, yüz--sıfır diye düşündüler;
bütün suçun Güven'de olduğuna inandılar. Penaltının
ortaya çıkışında Güven'in payı/hatası vardı. Ancak
antrenörün ve takımdan sorumlu olan herkesin de bu
penaltıda payı vardı. Örneğin, futbolcuları maç öncesinde
rahatlatmayı beceremediler, belki de bir ölüm--kalım
mücadelesine çıktıkları mesajını vererek onları daha da
gerdiler. (Üniversite sınavı öncesindeki bazı ana babalar
gibi.) Ayrıca olayın doğasında gerginlik olduğunu,
Güven'in bu gerginliğe kurban gittiğini düşünmediler.
(Denk takımlar şampiyonluk maçına çıktıklarında,
avantajlı başlayanlar çoğunlukla avantajsız konuma
geçerler. Son maçlarda ilk golü atan taraf genelde maçı
kaybedermiş.) Eğer bunları düşünselerdi, çok daha iyi
olurdu.
Trafik Canavarı Tamamen Canavar
mı?
Size bir sorum var: Tek arabalık dar bir yolda
gidiyorsunuz. (İki yana park etmiş araçlar yolu daraltmış.)
Yolun sonunda kırmızı ışık yanıyor, ışıkta bir araba
durmuş. Mecburen siz de durdunuz, çünkü hem kırmızı
yanıyor hem de önünüzdeki araç durmuş. Bu sırada
üçüncü bir araç gelip arkadan size çarpıyor. Acaba
"Efendim bu durumda bendeniz yüzde yüz haklıyım!" der
misiniz?
Bence siz, yukarıda belirtilen durumda hukuksal açıdan
yüzde yüz haklısınız; ancak ahlaki açıdan yüzde yüz haklı
değilsiniz. Size arkadan çarpan adamın davranışında bir
miktar sizin de tuzunuz vardır. Hatta bu olaydan
kilometrelerce uzakta bulunan bendenizin de çarpma
olayında tuzu/katkısı var. Bakınız niçin:
Yirmi yaşıma geldiğimde ehliyet için başvurdum. O
yıllarda ehliyet çok zor alınıyordu. Sınavlar çok zordu;
arabayla geri giderek 8 çizmenizi isterlerdi. Hemen herkes
pek çok defa girdikten, araba kullanmayı iyice
öğrendikten sonra ehliyet alırdı. Sonra, seksenli yıllarda
bir mucize oldu, özel kurslar açıldı ve ehliyet almak
birden kolaylaştı. Adeta kontağı çevirebilenlere ehliyet
verilmeye başladı. Kimse bu duruma itiraz etmedi.
Örneğin o yıllarda ben öğretim üyesiydim; hiçbir yere,
"Bu ülkede trafik kazaları zaten çok olur, ehliyet bu kadar
kolay alınırsa kazalar artar" diye iki satır yazı yazmadım.
Çevremdeki herkes, bu arada ben de ehliyet almak
kolaylaştı diye sevindik. Şehirlerimizde metro yoktur,
apartmanlara park yeri yapılmaz... Bütün bunlara
toplumca itiraz etmedik. Bu durumda, size arkadan
çarpılmasında, siz dahil herkesin biraz sorumluluğu vardır.
En azından ahlaken sorumluyuz.
Mafyaya Destek Olmuşluğunuz Var
mıdır?
Başlıktaki soruya herhalde pek çoğunuz "Hayır" dediniz.
Emin misiniz? Eğer sokaktaki dilenci çocuklara, en az bir
defa para verdiyseniz -pek çoğumuz hatalı olduğunu
bildiğimiz halde dayanamayıp bu işi yapıyoruz- siz dilenci
mafyasına destek oldunuz demektir. O çocukların
sokaklarda açıkça ihmale ve istismara uğramalarının
nedeni aileleri, dilenci mafyası, bu durumu önleyemeyen
ilgili kuruluşlar olabilir. Ama onlara bilinçsiz şekilde para
veren bireyler de bu işin sürmesine destek oluyorlar
diyebiliriz. Bir şehirde iki yıl kimse dilenci çocuklara para
vermese, bu trajedi biterdi. (Dilenci çocukların
kazandıkları para, ne okumalarına ne de kaliteli
yaşamalarına katkıda bulunuyor. Yalnızca dilenci
mafyasına katkıda bulunuyor.)
Pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da, olayların
ahlaki sorumluluğunu üstlenmediğimizde olup biten
işlerin tamamen başkalarının sorumluluğunda olduğunu
düşünüyoruz ve değişmeye/gelişmeye kişisel katkıda
bulunamıyoruz.
Toparlama
İnsan, birtakım çelişkiler/ikilemler yaşar. Bu
kaçınılmazdır. Ancak eğer, yaşamının bir parçası olan
çelişkilerini fark ederse, kararsız kalma, acı çekme
ihtimali azalır, üstelik toplumun gelişmesine katkıda
bulunur. Ya hep-ya hiç, diğer bir ifadeyle yüz--sıfır, insan
ilişkilerini zedeleyen, gelişmeyi engelleyen önemli bir
ikilemdir. Yüzde yüz haklıyım anlayışı, çözümsüz
çatışmalar doğurabilir, ben-merkezci olmamıza yol
açabilir. 'Yüzde yüz haklıyım" anlayışından vazgeçmek,
bireyin acı çekme ve acı çektirme ihtimalini azaltacak,
insanları daha duyarlı hale getirecektir.
Ya hep-ya hiç, diğer bir ifadeyle yüz--sıfır,
insan ilişkilerini zedeleyen, gelişmeyi engelleyen önemli
bir ikilemdir.

20 YILDIRMA (MOBBING), İŞYERİ FOBİSİ, KURUM DEPRESYONU


20
YILDIRMA (MOBBING),
İŞYERİ FOBİSİ, KURUM
DEPRESYONU
Genellikle küçük sorunlar bir araya gelir, önemli sorunlara
yol açar, bunlar da sinerjik etkileşimi, ekip olmayı
zorlaştırır veya imkânsız kılar. Küçük birikimler büyük
patlamalara, damlalar sellere sebep olur. Küçük
birikimlerin yol açtığı büyük sorunlardan üç tanesinin
adını belirtecek olursak şunları sıralayabiliriz: Yıldırma,
kurum depresyonu ve işyeri fobisi. Bunlar, birbirlerinden
bağımsız olarak ortaya çıkabilecekleri gibi, birbirleriyle
karşılıklı etkileşim içinde de görülebilirler.
Söz konusu bu üç kavramı, gelecek kitapta ayrıntılı olarak
ele alacağız. Şimdi kısaca, niteliklerinden ve bunlara
ilişkin araştırmamdan söz etmek istiyorum.
Mobbing karşılığı olarak dilimizde ilk kez "İşyerinde
duygusal taciz" denildi; daha sonra ben "İşyeri zorbalığı"
ifadesini kullandım. Son olarak meslektaşlarımla
"yıldırma" kelimesi üzerinde karar kıldık. Yıldırma kısaca
şu: Bir işyerinde, bir apartmanda veya bir mahallede
birlikte yaşayan bir grup insan, çok küçük bazı
farklılıklarından ötürü (bu farklılıklar, ille de olumsuz
özellikler olmak zorunda değildir), içlerinden birisini,
bilinçli/kasıtlı olmaksızın kurban olarak seçerler ve
giderek artan bir tempoda onu beceriksiz, geçimsiz olarak
algılamaya başlayıp itici davranışlarıyla bu kişiyi
gerçekten de beceriksiz, geçimsiz, mutsuz, sorunlu bir
insan haline getirirler; o kişiyi psikolojik ve fiziksel
anlamda ciddi olarak zedelerler.
İşyeri fobisi kavramı tarafımdan ortaya atıldı. Okul
fobisine benzer bir oluşumun işyerlerinde de ortaya çıktığı
kanısındayım. Çeşitli nedenlerden kaynaklanabilecek
işyeri fobisinin niteliği ve ülkemizdeki yaygınlığı
araştırılmaya değer bir konudur. Yıldırma ve işyeri fobisi
konusundaki araştırmaya temel oluşturmak üzere
İnternet'te www. isyerifobisi. com adlı bir site oluşturduk.
Bu siteye girip yıldırma konusunda çevrenizde
gözlediğiniz veya başınızdan geçmiş olayları anlatarak ve
işyeri fobisiyle ilgili ölçeği doldurarak, veri toplanmasına
katkıda bulunabilirsiniz.
Lütfen İnternet'te
www.isyerifobisi.com adlı siteye bakınız.
Bilimsel literatürde kurum/örgüt depresyonu
(organizational depression) adı verilen şey, ana
çizgileriyle bireyin depresyonunu hatırlatır nitelikte. Kimi
kurumlarda ortaya çıkan kurum depresyonunda,
kurumdaki genel havada umutsuzluk vardır; elemanlarda
kurumu değersiz görme, kurumu ve birbirlerini suçlama
eğilimi yaygındır. Özellikle kurumun geleceğine ilişkin
motive edici beklentiler yoktur, karar verme sıkıntısı
vardır.
Kurum depresyonu içinde bulunan kurumlarda,
dilimizdeki ifadesiyle kurum üyelerinin üzerine ölü
toprağı serpilmiş gibidir. Vizyon ya hiç yoktur ya da
unutulmuştur. Kurum genelde yeniliklere açık değildir.
Yeni katılan bir kişi, henüz depresif havaya kapılmamış
olsa ve herhangi bir yenilik önerse, diğer üyelerin tepkileri
genelde "İlginç, ama bizde olmaz; genel müdür sıcak
bakmaz; daha önce denedik olmadı" şeklindedir. Bu tür
kurumlarda ne önerirseniz önerin, ne hikmetse daha önce
bir kere denenmiş (!) ama işe yaramamıştır. Kısacası
yapacak bir şey yoktur.
Kurum depresyonu, ölçülebilir, teşhis edilebilir bir
sorundur. Giderilmesinde, bilişsel--davranışçı
yaklaşımdan ve hobi terapiden ağırlıklı olarak
yararlanılabileceği görüşündeyim.